31 Ekim 2014 Cuma

Okuyupta Geçemediklerimizden...

Bazen bir şeyi okur geçersin, üzerinde düşünmeden, anlamadan sadece okursun. Okumuş olmak için...

Hiç bir şey anlamadan okuduğunu duymadan...

Belki de o anki ruh hali ile alakalı bir durumdur.

Hani bakmak farklı görmek farklı denilir ya. Onun gibi, okumakla, okuduğunu anlamak, okuduğunu duyumsamakta farklı bence...

Birazdan paylaşacağım hikayeyi daha öncede okumuştum ama bu sefer ki etkisi farklı oldu bende.

Bulunduğum yerle mi alakalı yoksa içinde bulunduğum zamanla mı ya da benim ruh halim belki de, üçü bir arada bilemiyorum ...

Sizinlede paylaşmak istedim.

İşte okuyupta geçemediklerimden:


Ne zaman; hayatında bazı şeyler çekilmez hale gelirse, Ne zaman; yirmi dört saat kısa gelmeye başlarsa, O zaman; kavanoz ve iki fincan kahveyi hatırlayınız…

İşte kavanoz ve iki fincan kahvenin hikayesi:

"Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir. Ders başladığında; hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe kavanozunu alır. Sonrada kavanozu ağzına kadar tenis topları ile doldurur. Ardından öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar…

Bütün öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler.

Bunun üzerine; profesör önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını, kavanoza döker. Çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurmaya başlar. Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Öğrenciler yine hep birlikte; ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu defa da, masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Profesör yine aynı soruyu sorar. Öğrenciler de yine koro halinde ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu kez ise masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveyi alır. Başlar kahveyi kavanozun içine dökmeye. Bu kez de kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Bunun üzerine öğrenciler gülmeye başlar… Ardından profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar;

"Bu kavanoz sizin hayatınızdır.

Tenis topları; Hayatınızdaki önemli şeylerdir. Yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi. Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter.

Çakıl taşları ise; Sizin için daha az önemli olan diğer şeylerdir. Yani işiniz, eviniz, arabanız gibi.

Kum ise; diğer ufak tefek şeylerdir. Şayet kavanoza önce kum doldurursanız; Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi; ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz; Bu defa da önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin.

Çocuklarınızla oynayın.

Sağlığınıza dikkat edin.

Sevdiklerinizle yemeğe çıkın.

Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.

Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.

Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.

Gerisi hep kumdur…"

Bu arada bir öğrenci merakla şu soruyu sorar; "Hocam peki, o iki fincan kahve nedir?" Profesör gülerek cevaplar; "Bu soruyu bekliyordum. Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun; Her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar zaman ayirin."

27 Ekim 2014 Pazartesi

Artık Okullu Olduk

Amerika'da okul öncesi eğitim bizimkinden biraz farklı. Hem Türkiye'de hem Amerika'da çocuğunu anaokuluna göndermiş bir anne olarak bazı farklılıkları birazdan  paylaşacağım.

Ama öncelikle Amerika'daki temel eğitim kurallarından başlayalım.

0-3 yaş çocuğuna Daycare,

3-4 yaş preschoola gidenlere preschooler,

5 yaş kindergartene gidenlere kindergartner,

6 yaş ve sonrası elementary school deniliyor.

Bebeklere bakılan yerler (daycareler) genellikle özeldir, devlet okulları preschooldan başlar.

Biz oğlumu preschool yaşında Türkiye'de olduğumuzdan burada eğitime kindergartendan başladık. 

İlk hafta play ground denilen bir organizasyonla Ağustos itibarıyla başladı. Okulun oyun bahçesinde çocuklar toplanıp oyun oynadılar. Göz ucuyla birbirlerine, koca okul binasına bakıp göz ısıntısı kazandılar.

Sonraki hafta (Eylül'ün ilk haftası) bir gün öğretmenle randevusu vardı. Bir saat öğretmenle tanışıldı. Öğretmen temel ingilizce bilgileri sordu (sayıları, alfabeyi, renkleri, atla-zıpla gibi komutları) Oğlum babasının yardımıyla da olsa anlayıp cevap verdi. 

Ve bana göre en önemli aşama olan öğretmene ısınma, öğretmeni sevme aşaması iyi bir şekilde geçildi. 

Bence bu en önemlisi, çünkü bir okul ne kadar iyi, mükemmel, sosyal donatıları ne kadar cazip olursa olsun bir çocuk için hepsinden önce öğretmenini sevmek gelir. 

Ve oğlum da öğretmenini sevdi. Öğretmeni de, İngilizce'yi konuşamasa da anladığına kanaat getirdi. 

Ertesi gün open house denilen öğrencilerin buluşması, sınıflarını tanıma günü vardı.

Sınıflar büyükçe kare odalar şeklinde, WC'si içinde, bir köşede kütüphanesi, bir köşede kostüm dolabı, yapbozları, legoları, el işi kağıtları, boyaları, makasları, kalemleri ile klasik bir ana okulu sınıfı. 

Bu günlerde babası yanında olduğu için ağlamadan, sorun çıkarmadan günü tamamlıyordu oğlum. 

Asıl zurnanın zırt dediği gün, oğlumun tek başına gitmek zorunda kaldığı gün. Tanışma faslı daha önceki haftalarda bittiğinden artık babasını okul içine almadılar. 

Kapıdan görevliye teslim edip, ayrılıyorsun çocuktan. Bizim okullarımız gibi sınıfa kadar götürüp, sınıf içerisinde veya kapısında bekleyemiyorsun. Dış kapıdan görevliye teslim edip ayrılıyorsun çocuktan. Ta ki okuldan çıkana kadar göremiyorsun bir daha. 

Çocukların çantalarına, çanta şekinde kesilmiş üzerinde adı, soyadı, sınıfı, öğretmeni ve numarası yazılı kağıtlar bağlanıyor. Bütün sene o kağıtlar çantalarda asılı kalıyor. 

Numaralar ayrı bir önem taşıyor. Numaraları büyük A4 kağıdı şeklinde parlak renkli kartonlara yazıyorlar.Arabanın önünde o kartonlar olmadan çocuğunuzu okuldan alamıyorsunuz.

Velilerin okula girip sınıfta çocuğunu bırakmasının yanı sıra arabadan inmesi bile yasak.

Baştan anlatacak olursak çocuğunuzu bırakmaya gittiğiniz de kapıda sizi bir görevli karşılıyor. Siz arabadan inmiyorsunuz. Kapıya arabayı yanaştırıp, çocuğu indiriyorsunuz, görevli çocuğunuzu alıp öğretmenlerin öğrencilerini beklediği salona götürüyor. Öğretmen, bütün öğrencileri toplanınca onları alıp sınıfa çıkarıyor.

Çıkışta da bizim okul önlerimizdeki gibi annelerin beklediği "bizim öğretmen şu kadar ödev verdi, şu sınıf şöyle temizmiş, bu sınıf böyleymiş diye muhabbet edebildiği kapı önü sistemi yok. 

Arabalar kapının önünden itibaren tek sıra şeklinde bekliyor. Arabaların ön camına çocuğun numarası yazılı kartonlar koyuluyor. Bir görevli elinde  telsizle bekleme salonuna numaraları anons yapıyor. Bekleme salonunda numarasını duyan çocuk "me me" (benim benim) diyerek öne çıkıyor.

Başka bir görevli çocukların ellerinden tutup arabaya kadar getiriyor. Arabaya ulaşana kadar, elini bırakmıyor çocuğun arabaya binmesine yardımcı olup, diğer çocuğu almaya yöneliyor içeriye. Veliler arabadan inmeden çocuğunu alıp, devam ediyor yoluna.


Okulun etrafında yürüme mesafesinde yerleşim yeri yok. Öğrenciler ya pick up (velisinin arabası) ile yada school busla taşınıyor. Burada büyük çoğunlukla taşımalı sistem var okullarda.

Öğretmenlerle iletişim e-mail yolu ile sağlanıyor. Okulda olan olağan dışı durumlar da telefonla arıyorlar. Genel durum değerlendirmeleri hafta sonu eve gelen kağıtlarla bildiriliyor.

Haftanın son günü eve kağıtlar geliyor. Çocukların durumu renklerle ifade ediliyor.Yeşil renk güzel geçmiş haftayı, sarı renk birkaç hatayı, mavi renk hatada artışı, kırmızı ise sorun yaşanmış haftayı  temsil ediyor.

Biz daha çok yeniyiz, iki aylık bir okul serüvenimiz var.

Bakalım ilerleyen günler neye gebe...

Yaşayıp göreceğiz...







18 Ekim 2014 Cumartesi

Renklerin Cümbüşü

Sonbahar; adı sonu çağrıştırsa da, bana senenin başı gibi gelir. 

Sonbahar rehavetin, düzensizliğin sonu, derli toplu düzenli hayatın başı gibidir. 

Tatilin bittiği, okulların açıldığı, düzenin başladığı mevsimdir, sonbahar...

İnsana dinamizm katar. Yazın sıcağından, bunaltısından, rehavetinden kurtarır insanı...

Hayata sarılma, yağan yağmurlarla, uçuşan yapraklarla yeni seneye, yeni sezona giriş mevsimidir sonbahar...

Belki, o mevsimde doğduğumdandır bu denli sevişim sonbaharı. Hep severim bu mevsimi. 

Okula giderken, bir sınıf büyüdüğüm yeni defterler ve kitaplar aldığım, aldıklarımı kaplıklarla kaplayıp, çantama yerleştirdiğim mevsimdi. 

Sonrasında, yeni öğrencilerimle tanıştığım, yeni öğretim yılına başladığım mevsim oldu sonbahar...

Şimdi ise, fark etmediğim bir yanını fark ettim bu mevsimin:Renklerini. 

Oysa ne çok rengi varmış bu mevsimin. 

Sarının, kırmızının, yeşilin, kahve renginin her tonu gizliymiş bu mevsimde. 

Türkiye'de koşturmaktan, çalışmaktan fark edememişim bu renkleri...

Amerika'da sakin ve dingin hayatın içinde fark ettim bu renklerini sonbaharın. 

Sonbahar geldiğinde, ağaçta duranı, yere döküleni, sararanı, kızaranı ile tam bir cümbüş. 

Esen rüzgarla oradan oraya savruluşu, yağan yağmurla ıslanışı, bak bak doyulmuyor.

Al eline kahveni, aç camı diyor gönül. Seyret seyredebildiğin kadar. Yaz gönlünden geçenleri dök kağıda...

Ve bir ses...

Kızımın ağlama sesi, geliveriyorsun kendine. Bırak kahveyi, kağıdı bir yana, kapa camı üşüteceksin çocuğu, saat kaç olmuş, eyvah oğlum, eşim okuldan gelecek yemek yok daha...

İşte bunların hepsi, hoş geldin deyiveriyor gerçek dünyaya...

Sonra olsun diyorsun içinden, olsun 15-20 dakika da olsa farkına vardım ya sonbaharın, içime çektim ya yağan yağmurla ıslanan toprağın, yaprağım kokusunu...

Ben yaşadım ya, yaşayamayanlar, koştura koştura geçerken vakit, bunun farkına varamayanlar düşünsün...

Sonbaharı göremeyenler, sevemeyenler, hissedemeyenler düşünsün... 




8 Ekim 2014 Çarşamba

En Değerli Besin...

Bebek beklediğimiz günlerin sonuna yaklaştığımızda, gittiğimiz her doktor kontrolünde yegane sorulardan biri bebeği nasıl besleyeceğimiz üzerineydi.

Anne sütü mü yoksa mama ile mi besleyeceğimiz sürekli soruluyordu.

Aile doktorumuz, hemşireler, doğum için gittiğimiz hastanedeki doktorlarımız, beslenme uzmanı hep aynı soru.

Anne sütü vereceğimi söylediğimde önce rahat bir nefes alıp gülümsüyorlar, sanırım "oh iyiyim, anne sütü için ikna etmek zorunda kalmayacağım" diye düşünüyorlar.

Sonrasında bana kutsal varlık muamelesi yapıyorlardı. Hele ki oğluma iki yaşına kadar anne sütü verdiğimi duyanların gözünde kutsallığım artıyor, artıyordu. Anne sütünün faydalarını anlatıp anlatıp bitiremiyorlardı.

Konuya öncelikle hazırlama, ısıtma, depolama derdi olmamasından, bebeğe lazım olduğu her an hazır olmasından başlayıp,
faydaları ile genişletip,
özelliği ile devam edip,
yeterli olup olmamasının nasıl anlaşıldığı ile sona yaklaştırıp,
emzirme hataları ile sona erdirdiler, en değerli besin muhabbetini...

Defalarca dinledik eşimle beraber, sadece bir ağızdan değil üstelik bir çok ağızdan bazen saatleri bulan sürelerde.

Dinlediklerimizi özetlleyecek olursak, ilk altı ay su dahil hiç bir şey vermeden anne sütü verilmelidir. İlk günlerde "kolostrum" adlı sütün yapısı farklıdır. Bu süt bebek doğduğu andan itibaren bir hafta süre ile gelir. Bebeği enfeksiyondan koruyucu süttür. Antibiyotik görevi yapar.

Sonrasında sütün yapısı değişir, daha yoğun bir süt salgısı başlar. Zengin protein ve mineraller vardır, kemik gelişimi, beyin ve sinir sistemi için gerekli herşey anne sütünde mevcuttur.

Sütün arttırılması ve kalitesinin yükseltilmesi için gerekli olan yegane şey sudur. Su, sebze ve meyveler kaliteli süt için yeterlidir. Doğru sanılan şekerli, yüksek kalorili yiyeceklerin süt yapımını arttırdığı düşüncesi aslında yanlıştır.

Emzirme süreleri ise ilk iki ay bebek her istediğinde verilmelidir. Sonrasında yavaş yavaş bir saate, iki saate aşamalı olarak üç saate kadar uzatılabilir. İşte anlatılanların özeti.

Hastanenin bir başka özelliği de, çalışan annelerin süt sağıp bırakabilmeri için gerekli olan pompalar, buz dolabında saklamak için yedek biberonlar, yanlış emzirme neticesinde oluşabilecek yaralar için özel hazırlanmış kremler, doğup yapılan hastane tarafından hediye olarak verilmesi.

Ve başta da yazdığım gibi her şeyin uzun uzun anlatılması. Anlatılanlar; bebek bakımı, alt değiştirilmesi, banyo yaptırılması, altına sürülecek kremin miktarı, ısısını ölçmek için verilen derecenin nasıl kullanılacağı, kaç fahrenayt olması gerektiği, burnundaki sümüğün ağzındaki balgamın nasıl aspire edilip temizleneceği, hatta araba koltuğuna nasıl oturtulup bağlanacağına kadar her şey.

Hastaneden çıkıp eve ulaştığınızda rahatlıyorsunuz ama hastane ile irtibatınız devam ediyor. Ertesi gün size bir hemşire gönderip her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol ediyorlar.

Eee, artık yeter diyorsunuz, herşey için thank you da, bir rahat bırakın yahuuu. Nankörlük olmasın ama yoğun ilgiden de bunalıyor insan.

Bir de bu bizim ikinci çocuğumuz, varın ilkinde olabilecek muameleyi siz düşünün.