30 Ocak 2015 Cuma

Gelir ve Geçer

Beklemek en zorudur çoğu şeyin arasında...

Beklerken bir taraftan hemen oluversin bitiversin iyiyse de kötüyse de neticelensin dersin.Bir başka taraftan ya kötü olursa diye sıkışır yüreğin. Beklerken %50'dir şansın, neticelendiğinde ya %100  ya %0'dır. İşte insanı korkutan bu sıfır...

Beklemek ateşten bir gömlek adeta. Giysen, giyemez yanarsın, çıkarsan onsuz olamazsın.

Kendini teskin etmeye çalışırsın, olursa ne ala olmazsa pekala diyeceğim dersin.Bunda da bir hayır vardır eğer ki olmazsa dersin.Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler dersin...

Dersin demesine de dilinle dersin gönlüne söz geçiremezsin...

Olursa şöyle güzel olacak, böyle güzel olacak diye hayal kurarken bile "Ya olmazsa" yüreğinin köşesinde eline batan kıymık gibi sızlar.Hayalini kurcalar.Her düşüncene her hayaline pranga vurur "Ya olmazsa" ...

Sonra salıverirsin, koyuverirsin düşüncelerini akışına ...

Su akar yolunu bulur dersin,  kaderde ne varsa o olacak. Kalem ezelde ne yazdıysa şimdi o yaşanacak...

Düşünme, telaşlanma zamana bırak dersin...

Gerçi bırakılacak zamanda nankördür beklerken. İnsan bi beklerken bide üzgünken akrebi bırak yelkovan bile kıpırdamaz yerinden...Dakikalar saat, saatler gün olur beklerken...

Elveda demek için bekliyorsa insan zaman geçiverir geliverir elveda deme vakti...

Ama kavuşmak için bekliyorsa insan o vakit duruverir sanki zaman...

Gerçi beklemeden,  istemeden bulunanın, kavuşulanın da ne kadar değeri, ne kadar önemi olur ki? 

Bir şeyi değerli kılmanın en güzel, en özel yollarından biridir beklemek, onun için çabalamak, onu istemek taa gönülden istemek...

Taa gönülden istersen, içinin en derinlerinde beklersen,  kavuşunca "Vuslat" olur. "Vuslat" olmadan erişirsen değeri ne kadar olur?...

Ahh bilsek ki iyi, güzel olacak, bilsek ki vuslat olacak , işte o zaman beklemek te ne var ki doya doya içine sindire sindire bekler insan...

Ahh şu "Ya olmazsa" kuşkuları olmadan, olumsuzu düşünmeden bekleyecek olsak ne var ki beklemek te...

Bekleyeceğiz neticesi iyi de olsa, kötü de olsa bekleyeceğiz.

İyi de olsa kötüde olsa "Bu da geçer Ya Hu!" diyerek bekleyeceğiz.

"Bu da geçer Ya Hu!"

Zamanın birinde bir padişah varmış. Bir gün şöyle düşünmüş  yahu demiş yanımda öyle bir şey olsun ki çok sevindiğim de,  mutlu olduğum da, saltanatın ihtişamına kapıldığım da, ona bakıp bunun bir gün geçeğini, biteceğini hatırlayayım. Ve yine kederli,  hüzünlü, mutsuz olduğumda da ona bakıp dertlerin,  üzüntünün gelip geçici olduğunu hatırlayayım.

Bu düşüncesini vezire açtığında veziri demiş ki "Padişahım size bir yüzük yaptıralım, içine de öyle bir şey yazdıralım ki baktığınızda sevincin de kederin de geçici olduğunu hatırlayın".

Bu teklif padişahın çok hoşuna gitmiş. Ülkeye tellallar çıkarıp haber vermişler. Bin bir çeşit teklif gelmiş, fakat hiç birine padişahın gönlü "he" dememiş.

Taa ki bir derviş mektup yazana kadar. Derviş mektubunda "Bu da geçer Ya Hu!" yazın padişahım yazmış. Padişahın bu söz çok hoşuna gitmiş. Hemen dervişi çağırtmış ve aklına bu sözün nereden geldiğini, sormuş. Derviş  tebessümle anlatmaya başlamış:

Padişahım, demiş bir gün yolum bir köyden geçti. Kara kış, kar bana geçit vermeyince orada kalmak zorunda kaldım. Beni Şakir Ağa isimli köyün zenginlerinden biri misafir etti. Kar geçit verene kadar orada kaldım. Şakir Ağa beni yedirdi içirdi, çok güzel ağırladı. Oradan ayrılırken Şakir Ağa'ya bu nimetlere şükretmesini, şükretmezse elinden gidebileceğini söylediğimde, Şakir Ağa tebessüm ederek, hiç mala önem vermem, bilirim ki "Bu da geçer Ya Hu!" dedi. 

Aradan bir kaç yıl geçti, yolum aynı köye düştü. Hatırı vardır, beni o kadar ağırladı, misafir etti, şu Şakir Ağa'yı bir ziyaret edeyim diye konağına gittiğimde, kapıyı bir yabancı açtı ve Şakir Ağa'nın, malını, mülkünü bir sel felaketi ile yitirdiğini, şimdi ise kendisinin yanında işçi olarak çalışıp, bahçıvan kulübesinde kaldığını söyledi. Kulübeye gittiğimde Şakir Ağa yine tebessümle beni karşıladı. Onu teselli etmek için bir kaç kelime söylediğimde bana yine aynı cevabı verdi "Bu da geçer Ya Hu!".

Aradan bir kaç yıl geçtikten sonra yine o köye vardığımda, bu sefer de Şakir Ağa'yı çok daha büyük bir konakta buldum. Nasıl bu konağa sahip olduğunu sorduğumda, yanında çalıştığı kimsenin vefat ettiğini, malını bırakacak kimsesi olmadığı için kendisine bıraktığını anlattı. Ve yine aynı cümle ile tamamladı sohbetini "Bu da geçer Ya Hu!".

Sonraki gidişimde Şakir Ağa'nın vefat ettiğini, kabrinin de bir tepe üzerinde olduğunu öğrendim. Ziyaret edeyim, bir Fatiha okuyayım diye kabrine gittiğimde, kabir taşında "Bu da geçer Ya Hu!" yazılı olduğunu gördüm. Tebessümle, olan olmuş, geçen geçmiş Şakir Ağa, son durak kabirdesin, daha ne olacakta ne geçecek diye düşünerek oradan ayrıldım. 

Bir kaç yıl sonra bir daha kabri ziyaret etmek istediğimde öğrendim ki, padişahım, bir sel olmuş ve Şakir Ağa'nın kabri sürüklenmiş, yok olmuş...

 İşte, "Bu da geçer Ya Hu!"nun hikayesi böyledir padişahım deyince derviş, hemen emir vermiş padişah " tez, yüzüğe "Bu da geçer Ya Hu!" yazılacak" diye...

 Beklediğimiz, istediğimiz gibi olunca sevinip şımarmamak, şükretmeyi unutmamak için, olmayınca üzülüp, kahrolmamak, sahip oldukları ile mutlu olabilmek için "Bu da geçer Ya Hu!".






15 Ocak 2015 Perşembe

Eyvah Yine Çamaşır Birikti!

Çamaşır yıkamanın zulm olduğu ülke...

Çamaşır yıkamanın ne zorluğu olabilir bu devirde diyorsanız size cevabım "ooo burada öyle çok zorluğu var ki yazımı okuyunca göreceksiniz olur".

Eski zamanlarda nenelerimizin dereye gidip tokuç denilen çamaşıra vura vura çamaşırı temizleyen tahta ile yıkamıyorum kabul ediyorum, yada sobanın üzerindeki güğümden sıcak suyu alıp soğuk banyolarda elimde de yıkamıyorum.

Ama şimdiye kadar alıştığım usulden çok daha zor bir şekilde yıkanıyor burada çamaşırlar.

Çamaşır yıkamak denilince bende ki çamaşır  yıkama anıları merdaneli makineden başlar.Eskiden merdaneli makineler vardı. İçine sıcak suyu, deterjanı sen koyarsın, makine bir o tarafa, bir bu tarafa döndürerek yıkar.  Bitirdiğinde içinden çamaşırlar alır tek tek üst taraftaki merdanelerin arasına verirsin. Bu çamaşırlar dönen iki silindir arasından dümdüz kağıt gibi çıkar.

Hatırlıyorumda annem çamaşırları defalarca silkelerdi asmadan önce o dümdüz hallerinden kurtulsunlar diye.

Gerçi annemde çamaşırı defalarca silkelemek bir alışkanlık olmazsa olmazı . Annemim yıkanmış çamaşırı defalarca silkelemesi için merdaneli makinada ya da otomatik makinada yıkanması hiç fark etmez hatta elde bile yıkanmış olsa fark sıfır.

Annem için çamaşır yıkandıktan sonrası bir ritüel .O çamaşırlar defalarca silkelenip adeta kuruduğunda ütülü gibi görünecek kıvama getiriliyor. Asarken boyuna rengine hatta cinsine göre ipte yerlerini alıyor. Kuruyana kadar en az iki defa yerleri değiştirilip kuruyanlar alnıp nemliler onların yerine nizami bir şekilde asılıyor.

Kuruyanı katlamak ise adeta bir tören, her katı eliyle defalarca düzeltilip ütülenmiş kıvamına getiriliyor.netice dolaptaki yerlerine ulaştırılıp yerleştiriliyor...

Anneciğimin çamaşır ritüeline son verip konumuza dönecek olursak merdaneli makinelerden sonra otomatik makineler çıktı, iki programla başlayıp, beş altı programa kadar yükseldi.

Bu kadarla bitti mi tabii ki de hayır. Çamaşır kurutma makineleri ile çamaşır olayı taçlandı. İkiz kardeş yıkama ve kurutmalar üst üste banyoların  baş köşesinde yerlerini aldılar. Yıkanan çamaşır hop kurutmaya ve artık katlanmaya hazır.

Bir çoğumuz içimizden ah bir de katlama makinesi icat edilse  şöyle atsak içine çamaşırları, katlanmış olarak çıksa diye geçirmeye başladık bile.

Bu Türkiye'de böyle istisnalar olsa bile.

Amerika'ya gelince durum biraz farklılaşıyor. Özelde istisnalar olsa da genel de durum şöyle;

Çamaşır makineleri dairelerin içinde değil, apartmanlarda laundry denilen çamaşırhanelerde. Bu laundryler apartmanın en alt katında oluyor. Apartmanın daire sayısına göre makinelerin adedi değişiyor. Herkes istediği makinede çamaşırını yıkayabiliyor. Yani üç daire şu makinede, diğer üçü bu makinede yıkasın diye bir durum söz konusu değil. Hintlisi, Avustralyalısı, İngilizi, Arabı, Türkü, Amerikanı... hepsi aynı makineyi kullanıyor. Evinde köpeği, kedisi, çoluğu çocuğu olan herkes aynı makinede yıkıyor.

Bu makineler sekiz quarterla (yani sekiz çeyreklikle) çalışıyor, 2 dolara yıkıyor bir makine. Kurutmayı da kullanırsan 4 dolara çıkıyor bir çamaşır yıkama.

Eğer iki-üç katlı evlerden birinde oturuyorsan, makineler basement denilen bodrum katta. Şanslıysan ev sahibin parasız kullanılan makine koyar. Ama bizim gibi şansın yaver gitmezse o zaman her çamaşır yıkayacağında sekiz çeyrek bulmak zorundasın. Mesele zaten 2 dolardan ziyade bu çeyreklikleri toparlamakta. Evin her yeri bozuk para dolu olmalı. Haftada en az 24 çeyrekliğe ihtiyaç oluyor, o da kurutmayı kullanmazsan. 

Makinelerde ön yıkama programı yok. Eski merdaneliler gibi üstten açılıyor. Çamaşır içine doldurulup üzerine deterjan dökülüp çalıştırılıyor. Eğer içine tam sinmesini istersen ön yıkama niyetine 16 çeyreklikle bu işi halledebilirsin. (İki defa üst üste anlayacağınız.)

Hatta bazı binalarda ev sahibi makine koymuyormuş. Ya kendin alıp koyacaksın (kiraya dahil değil) ya da umumi laudrylerde yani çamaşırhanelerde yıkayacaksın. 

Burada terzi, kuru temizleme dükkanı gibi çamaşır yıkama yerleri var. Öğrenciler, yalnız yaşayanlar, makine almak yerine buraları kullanıyorlar. Tabii yine belli bir çeyreklik karşılığında...

Velhasıl-ı kelam, netice-i meram sıkıldım çeyreklik toplamaktan. Evimdeki, banyomdaki tam otomatik, ön yıkamalı, çeyrekliksiz çalışan çamaşır makinemi özledim. 









4 Ocak 2015 Pazar

İstanbul, Bir Şiir

Özlediklerimiz bitmiyor burada. Bir sürü özlediklerimin arasında sıralama yapamıyorum aslında...


Mesela bu gün sokak satıcılarını, evet bildiğiniz seyyar satıcıları, özlediğimi fark ettim.


Hani kış akşamı sahile inersin, şu boğazı ya da kız kulesini gören deniz kenarları var ya...


Yolun karşısı ışıltılı pahalı restoran dolu iken denizin hemen kenarında ki seyyar satıcılar ...


Hani şu kışın kestane kebap diye bağırarak kestane, ellerindeki termoslarda çay, salep satan, yazın haşlanmış mısır, dondurma satan seyyar satıcılar...


Duruma göre, mevsimine göre sattıkları şeyler değişir. Yağmur yağmaya başladığı an biranda şemsiye satan satıcılar ortaya çıkar.


Çok kaliteli, markalı, pahalı olmasa da şemsiyesini evde unutmuş olan için ıslanmaktan evladır o anda o şemsiyeyi almak... 

Evde kaç kilo pişirirsen pişir sahildeki gramla satılan kestane hep daha lezzetli gelmiştir bana.

Beyaz porselen fincanlarda, sıcak kapalı mekanlarda içilen salep mi daha ısıtır insanın içini, yoksa kağıt bardaklarda denizin kenarında buz gibi havada içilen salep mi? 

Düşündükçe bir sürü şeyi hatırlıyorum özlediğim. Mesela Yeni Cami'den çıkınca Mısır çarşısına giderken o burnuma gelen kahve kokusu...

Sihirli bir koku "Gel beni takip et" diyor insana. Evde kaç paket kahve olursa olsun gidip bir paket daha alır insan "Mehmet Efendi Kuru Kahvecisi'nden".


Birde balıkçılar var özlediklerimin arasında. Hani şu kayıklarda pişirip ekmek arası soğan ve salata ile satılan sıra sıra balıkçılar.

Orada balık ekmek yerken bir anda çıkıp gelen turşucular vardır, bardakta turşu satarlar, suları ile birlikte. O turşuların suları kıpkırmızı olur, normalde evde ya da restoranda balık yerken turşu suyu içtiğimi hiç bilmem. Ama deniz kenarındaki o balıkçılarda balık ekmek yediysem sanki vaz geçilmezi turşu suyu içmek.

İşte böyle bir dolu özlediklerim var, Türkiye'ye dair, İstanbul'a dair. 

Gecesi ayrı, gündüzü ayrı, karası ayrı, denizi ayrı güzel olan şehir, İstanbul. 

Özleniyorsun, özlemesi güzel şehir...

Boşuna yazmamış sana şiir yazan onlarca şair, onlarca şiiri.

Ama ben o kadar şiirin arasında Necip Fazıl'ın "Canım İstanbul" şiirini değişmem hiç bir şiire.

Necip Fazıl çok anlamlı yazdığından mıdır, yoksa ilk rahmetli dayımdan dinlediğimden midir bilemem ama farklıdır değeri "Canım İstanbul"un benim yüreğimde. Bilenleriniz için güzel bir tekrar olsun, bilmeyenleriniz ilk benden duysun. 


Canım İstanbul


Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...
Necip Fazıl Kısakürek