11 Ocak 2016 Pazartesi

Kötülere Cevap...

Birilerine sinir oluyorsanız, sizi üzüyorlarsa uzaklaştırma imkanınız varsa onu hemen kendinizden uzaklaştırın yada siz uzaklaşın...

Hele ki sizin için önemli biri değilse, hani şu görseniz de olur görmeseniz de, yanınızda olsa da olur olmasa da olur tipler var ya işte onlardan bahsediyorum.

Hani bile isteye sırf muhalefet etmek için ,sırf can sıkmak için olan insanlar ...

Her halde, her ahvalde mutsuz olan mutsuz etmeye çalışanlar,

"Şöyle mi" olsun "böyle mi" diye sorup, "şöyle" dediğinizde "böyle" yi yapanlar,

Kendi fikrini söylediğinde sürekli "evet" i duymak isteyip, siz fikrinizi söylediğiniz de "hayır bence olmaz" diyen "hayır" cı insanlar,

Sadece monolog kurulan hep kendi konuşan, diyaloğa kapalı olanlar,

Başarıyı sahiplenip, başarıya giden yolda sizi eleştiren, yalnız bırakan, destek yerine köstek olanlar,

Başarısızlıklarınızı yüzünüze vurup, diline dolayıp sürekli hatırlatan, başarılarınızı dile getirmeyi hele ki tebrik etmeyi zül sayan insanlar,

Konuşurken sürekli iğneleyen, aşağılayan, acaba bu gün neyi mi rencide edecek diye beklediğiniz, sizi küçük görenler,

Eleştiriyi kendine meslek edinmiş, iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini eleştirebilen, eleştirisi değersiz olanlar,

Kendini çok yükseklerde görüp, en üste olan bağıra çağıra da olsa her dediğini yaptıran insanlar,

Tevazuyu bilmeyen, yere bastıkça yüceleceğini, yere indikçe uçak misali büyüyeceğini düşünemeyen şu kibirli insanlar,

Olanı değil olmayını isteyen, mutsuzlukla kaosla beslenen, bardağın dolu yanını görmeyip, boş tarafına bakanlar,

İnsanı insan olduğundan, Yaradan tarafından yaratılmış olduğundan ötürü değil de makamı, mevkii, parası ile değerlendirenler,

Yalandan, riyadan, iki yüzlülükten, gıybetten, laf taşımaktan çekinmeyenler,

var ya işte onlardan uzaklaşın, kaçıverin çok uzaklara imkanınız varsa, ama yoksa imkanınız terki diyar eylemeğe, o zaman görmezden gelin onları, yok sayın, dinlermiş gibi yapın ama dinlemeyin. O, kötü kötü konuşurken, siz güzel şeyleri düşünün hayatına dair, kulak asmayın, dinlemeyin onu...

Böyle insanların yaşam enerjinizi almasına, sizi negatife kodlamasına izin vermeyin, "hee hee" deyin geçiverin...

Böylelerin söylediklerini  dibi delik heybenize doldurun, döke saça devam edin hayatınıza.

Varış noktasına ulaştığınızda heybenizin sağlam kefesinde biriktirdiklerinize bakın...

Biriktirilmiş mutluluklarınızı, başarılarınızı, sizi seven ve sevdiğiniz dostlarınızı, iyi yürekli çocuklarınızı, huzurlu ailenizi görebiliyorsanız "oh be ne de güzel, ne de iyi  yaşamışım" diyebiliyorsanız varış noktanızda;

İşte en güzel cevaptır bu, "kötü" insanlara...       




29 Aralık 2015 Salı

Bir Stickerin Anımsattıkları

Geçen gün valizde gördüğüm bir thy yolcu stickeri beni aylar öncesine götürdü.

Sticker da TK ile başlayan rakamlar adım soyadım...

Beni buradan aldı Amerika Boston Logan Havaalanına götürdü.Gözümde kendim canlandım bir anda...

Yanımda iki çocukla bir başıma pasaport kontrolünde ki ben...

Tedirginlik, yalnızlık, vatana dönüşün mutluluğu, geride kalan eşimin hüznü onlarca duygu bir arada...

Oraya gelene kadar öncesi var Amerika'dan ayrılışın. Önce eşimden önce dönmeye karar veriş aşaması 3 ay erken dönmeli miyiz, dönmemeli miyiz? sorusunun cevabı. Bu cevabı günlerce masaya yatırdık tabiri caizse...

Erken dönmenin artılarını eksilerini dönmemeninkiyle karşılaştırdık, ölçüp biçtik vee karar "dönüyoruz"...

Aylar önceden biletimizi aldık, valizleri ortaya çıkardık. 2 yıllık yaşanmışlıklarımızı valizlere sığdırmaya başladık yavaş yavaş...

Takvim hazırladık daha 135 gün varken, tek tek işaretledik Ahmet Kemal'le dönüşe ulaşmak için...

Eşime hasreti, aileme vuslatı ifade ediyordu bu takvim bana...

Tek tek azalırken günler, valizler çoğaldı birer birer...

6 valizle geldiğimiz Amerika da  2 sene içerisinde valizler dolusu bir yaşam kurmuşuz inceden inceye fark etmeden...

Hiç bir şeyimiz yokken vazgeçmemiz zor olan bir sürü şeyimiz olmuş.Getiremeyeceğimiz, bi daha göremeyeceğimiz bir sürü şeyimiz. Mutfaktan odalara, banyodan bahçeye kadar bir çok eşya...

Mutfakta ki yemek takımları, tencere , tava; odalarda ki masa, sandalye, yatak, koltuk vaz geçmesi bırakması en kolay olanıydı...

Çocukların eşyaları,araç gereçleri en zor olanı...

Ahmet Kemal'in bisikleti, kar kızağı, oyuncak sandığı Vera'nın üç ayrı beşiği, rengarenk ana kucağı, oyun halısı en sevdiği zıplamaya doyamadığı yere sabit hoppalası, müzikli tırtılı, dönenceli salıncağı daha bir sürü valize sığdıramadığımız araç ve gereçler vaz geçilmesi zor olanlardı bizim için...

Böyle söylediğimiz de yakınlarımız keşke gemi ile getirseydiniz dediler. Bizde düşünmedik değil aslında ama gemide ufak bir konteynere vereceğimiz para ile Türkiye de hepsini fazlası ile alabiliriz dedi eşim. Tabi ki burada hiç birini almadı nasılsa artık gerek yok diye...

Araç gereçlerin kimini satıp, kimini dağıtıp elden çıkardık üzüle üzüle...  

Çocukların bizim kıyafetlerimizin de bir çoğunu Suriye ye gönderdik yardım tırlarıyla...

Son haftalarda veda turlarına çıktık sevdiklerimize, bize evini yüreğini açanlara "Allaha ısmarladık" demeye gittik...

Bir gün son kez Boston'a gittik mesela.Avare  avare şehri gezdik çocuklarla. Boston Children's Museum'a(Çocuk Müzesi) gittik.Boston'un en yüksek noktasına
çıktık şehri seyrettik.

Bir başka gün Walmart'a, Target'a, Burlington'a, Market Basket'e, T.j.maxx'e,Sears'a ve daha bir çok alışveriş yaptığımız mağazalara uğradık son kez...

Her yerde  bol bol fotoğraflar çekildik bir daha gelemezsek diye...

Son güne kadar Ahmet Kemal okuluna gitti.Son gün okuluna,  öğretmenine, arkadaşlarına,her gün onu tebessümle karşılayıp "hi buddy"(merhaba dostum) diye seslenen polise vedaya gitti. Her veda bir başka sondu bizim için...

Ve son gün geldi. Bütün eşyaların evden çıkarıldığı, valizlerin son kez kontrol edilip kapatıldığı, bahçeye son kez çıkıldığı eve son defa bakıldığı o son anda geldi. 

Havanın kararması ile arabamıza çocukları oturttuk, kemerlerini bağladık son defalığına bende yerime geçtim ve Methuen'den Boston'a yolculuğumuz başladı.

Defalarca geçtiğimiz yollardan belki de bir daha hiç geçmemek üzere ilerledik...

Arabada sessizlik hakimdi. Hiç birimiz konuşamıyorduk. Bir saat sonrasını düşünüp eşimin yerine ben hüzünleniyordum içten içe...  Giderken ailece  bir arada olduğumuz  arabada, dönüşte çocukların koltukları boş, yanı boş bir başına olacaktı...

Ne ben gidişimin sevincini, ne eşim geride tek başın kalışının hüznünü yaşabiliyordu, aşikar aşikar...

Susuyordu, sadece susuyorduk...

Ahmet Kemal hüzünlü, mutlu-mutsuz arası, gergin, tedirgin... İki cümlesinden biri "biz şimdi babamsız nasıl gideriz anne"...


Havaalanına varıp, valizleri uçağa verip, bekleme salonuna geçtiğimizde "ayrılık" kendini iyice hissettirmeye başladı...

Pasaport kontrol noktasına kadar hep beraberdik eşimle ama o noktadan sonra artık çocuklarla yapayalnız kaldım...

Sırtımda çanta bi elimle bebek arabasını iterken, diğer elimle oğlumun elini sıkıca kavradım oğlumdan güç almak istercesine.Yavaş yavaş ilerledik Boston Logan Havaalanında...

Uçağa binilecek kapıya yaklaşıp bilet kontrol sırasına girdiğimizde bizimle birlikte bir çok Türk olduğunu görüp  birazda olsa rahatladık oğlumla...

Sonrasında dokuz saatlik uçuşu dört saat rötarla tamamlayış...

THY'nin uçağına binip, türkçe anonsları duyup, türk hostesleri görünce tedirginliğim büyük ölçüde azaldı.

Tedirginliğimin en büyük sebeplerinden biri dil problemiydi elbette. Aynı zamanda on aylık bir bebek ve küçük bir çocukla ilk defa yalnız başıma 8-10 saat uçacak olmakta en az dili tam konuşamamak kadar tedirgin ediciydi benim için...

Neyse ki  sorunsuz bir şekilde uçmuş dört saat rötarlıda olsa Atatürk Havaalanına ulaşmıştık...

Valizleri alacağımız bantın başında beklerken bizi ilk en küçük dayım buldu. Valizlere yardım etmek için girmiş içeri...o ilk dayımı görüş anı....sonrası mutluluk, sonrası gözyaşı sevinçten, sonrası vuslat, sonrası kavuşma sevdiklerine birer birer...

Dayımdan sonra kardeşim Esram, eşi Yasir geldi, yanımıza... Bir taraftan valizleri beklerken bir taraftan iki senenin hasretini salya sümük gidermeye çalıştık...

Valizlerin gelmesi ile kendimizi dışarı attık koşar adım.

Ve şu gurbetten gelenlerin coşkuyla karşılandığı sahneler vardır ya tam anlamıyla öyle bir sahnede bulduk kendimizi...Çiçekler, balonlar, bizim için, bizi sevdiği için,bizi özlediği için, gelmiş kocaman bir aile , merakla seyreden yabancı gözler...

Başta babam, annem, Esra, Yasir, dayımlar, teyzemler,eşleri, halam, kuzenler 4 araba ile gelmişler bizi karşılamaya...

Ve Ahmet Selim (teyzemin kızının oğlu. Uzak gibi gözükse de hısımlığımız kısaca "can yeğen".Annesi" can dost,can kuzen" olduğu gibi oğlu da "can yeğen") 
Küçük adam elinde balonlar saatlerce beklediği arkadaşı, kuzeni Ahmet Kemal'i karşılamaya gelmişti.

Arabalara doluştuk, aylardır özlemini çektiğimiz evimize ulaştık. Annemlerin sürprizleri evde de devam ediyordu. Evin her yeri süslenmiş, kapıya "hoş geldiniz" yazıları asılmış, havaalanına gelemeyenler de gelmiş. Yemekler, börekler, sarmalar, dolmalar özlemini çektiğimiz her şey yapılmış...

Her oda sevdiklerimizle dolu...Ahmet Kemal aylar sonra oyuncaklarına, odasına kavuşmuş...

Vera şaşkın, ne olup bittiğini anlayamıyor. Bu kalabalığa anlam veremiyor. Bu evde ne işimiz var kendi evimize gidelim artık huzursuzluğunda...

On ayını geçirdiği, sakin-sessiz, rahat evini istiyor.
Her eşya farklı, herkes yabancı... Hayata dair yakından tanıdığı bir babası oda yok yanında...

İstanbul'a alışması zaman aldı uzun bir zaman aldı...

Günü taçlandıran şey ortaya geldiğinde çocukların koştura koştura gelmesi  bir daha kalbimi ,gönlümü coşturdu...

Üzerinde Zeynep Vera ve Ahmet Kemal'in resimlerinin olduğu pasta. Önde Ahmet Kemal, Ahmet Selim arkada onlara yetişmeye çalışan Berat (Biz Amerika'ya giderken bebekti geldik çocuk olmuş. Dayımın kızının küçük oğlu Berat. Böyle söyleyince yine uzun oldu ama oda can yeğen, aynı annesi can ablam olduğu gibi.) pastanın başında aldılar soluğu...

Resimler çekildi, çocuklar videolara alında...

Fatih'i de çağırdık, gel bir karede senin resmin olsun dedik, çocuklarla...Fatih Berat'ın abisi giderken çocuktu geldik oda delikanlı olmuş. Fatih delikanlı, cool... Ne işi var çoluk, çocukla gelmedi, girmedi resim karesine...

Geç saatlere kadar oturduk, yedik, içtik dibine kadar yaşadık vuslatı...

Vay Vay bak sen bi stickerin yaptığına, neler neler diziyor insanın aklına...

Ama iyi oldu sticker iyi ki gördüm seni, gecikmiş bir teşekkürüm vardı aylar öncesine dair edivereyim sayende...

Tüm ailem, geniş olan ailem hani şu dedemin tabiri ile "Bizim mahalle" iyi ki varsınız iyi ki biz sizinleyiz, iyi ki siz de bizimlesiniz...

Hepinize her özel günümüzde, her önemli anımızda yanımızda olduğunuz için çok teşekkür ederim...

Hepinizi tek tek yazmak isterdim ama malum biz 46 kişilik bir mahalleyiz o sebeple toptan seviyorum hepinizi ayrı ayrı... 

 


 





   

10 Aralık 2015 Perşembe

Bu gün ne yapalım?

Bu gün iyi, mutlu, huzurlu bir insan oluverelim.

Kızmayalım mesela,öğrencilerimize, ailemize, sevdiklerimize çok sevdiklerimize hatta sevmediklerimize kızmayıverelim. Sakin olalım şöyle olabildiğince sakin olalım, yargılamadan, tebessümle, hoşgörü ile dinleyelim karşımızdakini bizim hoşumuza gitmeyeni söylese bile...

Karşı karşıya kaldığımızda ilk geri alan biz olalım arabamızı taa sokağın başına kadar alacak olsak bile.

Eleştirmeyiverelim bizim gibi olmayanı varsın oda değişik giyinsin, değişik konuşsun, değişik yesin içsin...

Konuşmayalım arkasından yüzüne söyleyemediklerimizi ,yüzüne de söylemeyelim kırılıp üzüleceği hatalarını, kusurlarını...

Tebessüm edelim yahu bir tebessüm edelim" Tebessüm sadakadır" buyruyor Hazreti Peygamber...

Asansörde komşuna tebessüm et, iş yerinde arkadaşına, evde eşine ,çocuğuna tebessüm et bak bakalım neler değişecek. Bir içten tebessüm bak ki nelere kadir...

Arayalım bu gün ne zamandır arayamadığımız aile büyüklerini, teyzeleri, amcaları...Kızgınlıkları, küskünlerini unut... Hep ben aradım, bir de o arasın dediklerini de yine sen ara bu seferde sen ara . Mevzu sesini duymak, halini hatrını sormak değil mi, kimin aradığının ne önemi var...

Teşekkür edelim... Onun işide olsa hizmet etmek,bize hizmet edene içten teşekkür ediverelim.Bir bardak çay veren çaycıya, apartmanı silip, süpüren temizlikçi ablaya, arabanı yıkayıp,kurulayan oto yıkamacısında ki gence içten teşekkürü çok görmeyelim...

Bu gün şükredelim sahip olduğumuz her bir nimete şükredelim...
Bize verilmiş başkalarında olmayana şükredelim, başkasında olup bizde olmayana hayıflanmak yerine...

Kıskanmayalım, haset etmeyelim, gıybet etmeyelim, kalbimizden, aklımızdan geçen, enerjimizi yiyip bitiren tüm kötü düşünceleri hapsedelim uçan balonun içine, ipini bırakalım ,salıverelim gökyüzüne...

Hediye verelim birilerine, ufacıkta olsa ruhlarını okşayacak, mutlu edecek hediyeler verelim. Hatırımızda tutalım mutlu ederek te mutlu olunabileceğini...

Eşimize, annemize, babamıza, evlatlarımıza, dostlarımıza kısaca sevdiklerimize "seni seviyorum" diyelim, şöyle içten, derinden taa yürekten. Nedensiz, niçinsiz,kayıtsız, şartsız "eğer ki"ler, "çünkü"ler olmadan seni seviyorum diyebilelim.

Kaybetmekten korktuğumuz içim, var olmasıyla mutlu olduğumuz için onsuz bir hayat istemediğimiz için sevelim,sevdiğimizi belli edelim...

Belki de bu son şansımızdır kim bilebilir ki...



  

24 Kasım 2015 Salı

Gel abla gel pazara gel

Bu sabah yürüyerek geldim derse.Yürürken pazarın içinden geçtim.Sabah sabah içimde mutluluğa, yüzümde tebessüme sebep oldu pazar.

Kasa kasa meyveler, sebzeler...

Sabahın erken saatinde ekmek parası için teleşla çadır kurmaya çalışan pazarcı amcalar, abiler...

Bu kadın "deli mi durmuş pazarın ortasında neyi seyrediyor" demeyeceklerini  bilsem öylece durup dakikalarca seyredebilirdim pazarın o telaşlı  sabahını...


Oldum olası pazarın hengamesini, kendine has gürültüsünü sevmişimdir. Amerikadayken kardeşime her çarşamba günü "şimdi Türkiye de olsam hiç bişey yapamasak ta bir pazara çıkardık be Esra" derdim...

Çok şükür geldik ve çoğu zaman hiç ihtiyacımız olmasada pazarı bir turluyoruz ve ilginçtir ki her defasında alacak bir şeyler buluyoruz.

İlk büyük marketler açılmaya başladığında (hani şu hiper, süper olanlar) pazarların sonu geldi artık ordan kimse alışveriş yapmaz, markette herşeyi tek tek seçebiliyorsun ama pazar öyle mi pazarcılar üç şeyi seçtirse beşini seçtirmez gibi söylemler alıp başını gitmişti...

Haklılık payıda yok değildi asında. Malum pazarcı abilerimiz her bir şeyi seçtirmez, ellettirmezler. Seçebileceğiniz belli başlı şeyler vardır. Salatalık, havuç,elma,turp,kabak gibi sert olup ellendiğinde, karıştırıldığında bozulmasına etkisi olmayan şeyleri seçebilirsiniz. Domates, üzüm, şeftali gibi şeylere asla dokunamazsınız...

Bu da pazarın kanunlarından biridir. Çıktıysan pazara uyman gerekir pazarcının kanununa. Pazara çıkan da bu yazılı olmayan kanunları kabullenirde çıkar...

Belli bir düzen vardır tezgahların dizilişinde  önce göze hitap eder tezgahlar.Tek tek, renk renk dizilir herşey...

Hatta iki aynı rengin arasına bir farklı renk dizilir renk cümbüşü yaşansın diye...

Sarı elma, kırmızı elma sonra armut konulur, iki sarı arası fasl edilir kırmızı ile...

Hele o salata malzemeleri yok mu, bak bak al o renklere.Turuncu havuç, yanında kırmızı turp, turba komşu yeşillikler marul, göbek, tere, maydonoz, sapsarı limon baş tacı, her derdin ilacı.  Kayıtsız kalmak mümkün değil bu renklere.
Rabbimin bahşettiği nimetler ,nimetlerin renkleri muhteşem ne kadar şükretsek az.Sebzelerin de aşağı kalır yanı yok görsellikte. Mor patlıcanlar, yeşilimtrak kabaklar, itina ile sapları yukarı gelecek şekilde dizilirler hatta taze fasulyeleri bile tek tek dizen pazarcı abiyi gördüm. Ne sabır yahu ne sabır.

Çeşitli satış teknikleri geliştirenler de çoktur hele ki kıyfet satanların arasında...Tezgahın üzerine çıkıp Ramazan davulcusu edasında mani uydura uydura bağıranlar, sattıkları ürünleri katkat giyip dikkat çekenler...Önünden geçenleri adeta mecbur kılarlar o tezgaha bakmaya...

Ahmet Kemal iki-üç  yaşlarındayken  pazara gittiğimizde ince çorap satan bir genç çorabı kafasına geçirmiş bağırıyordu "herkese lazım kadına, erkeğe. Kadının ayağına, erkeğin tanınmak istemediğinde kafasına" diye. Ahmet Kemal çok korkmuştu yavrum kafasında siyah ince çorap geçirmiş pazarcı abiden...

Geçen hafta pazarda başka bi teknikle karşılaştım. Uzun yıllara dayanan pazar tecrübemde:) ilk defa gördüm bu tekniği... Bana hoş geldi. Şimdi şöyle ki, pazarda ki balıkçı amcam, meyve sebze satanlar gibi renkli bir tezgah oluşturamayınca tezgahı ilgi çeksin diye "göze" değilde "burna" hitabı denemiş ve önünde ki kalabalığa bakarsak ta bunu başarmış bence...

Pazarın balık satılan bölümünden geçerken mis gibi bir koku burnuma ulaştı. Aynı şu Eminönün`de ki balıkçı teknelerinin önünden geçerken ki gibi bir koku...

Herkes sağına soluna bakıyor koku nerden geliyor diye. Kokunun kaynağı, tezgahın arkasında ki küçük tüp üzerinde ki tavada cızır cızır kızaran hamsiler. 
Bu sayede tezgahın önü bayağı kalabalıktı.

Sadece yiyecekler değil pazarda satılanlar.Her tür kıyafette var. Kazaktan, eteğe, pantolondan, pijamaya, çocuk kıyafetlerine hatta pazarın civarında ki okulların kıyafetlerine kadar bir çok giyecek...

Fiyatları da mağazaların fiyatlarından %20-%30 daha ucuzu.Aynı marka, aynı renk, aynı model nasıl daha ucuza oluyor diye sorduğumda pazarcı abinin açıklaması beni ikna ediciydi. İşte o ikna edici cevap:Mal aynı mal, geliş fiyatıda aynı ama mağaza sahibi ödediği dükkan kirasını, su, elektirik faturasını , yanında çalışanların maaşını,sigortasını koyuyor fiyatın üzerine halbuki pazarcının hiç bir gideri yok malları dizdiği tahtaların kirasından başka...

Tahta kirası demişken aklıma geldi. O pazarda ki her bir şeyin dizildiği tahtalar ayrı bir sektör...O tahtalar pazardan bir gün önce getiriliyor, pazarın kurulacağı sokağın kaldırımlarında yerini alıyor. Çivisi çıkmış, ayağı kırılmış olanlar tamir ediliyor. Ertesi gün pazarın bitiminde de toplanıp kamyonetlere kaldırılıyor. Buda böyle bir dip not.

Pazarda daha onlarca çeşit ürün var. Geçenlerde elektrik süpürgesi torbamımı buldum mesela.

Saydıkça, aklıma geliyor, aklıma geldikçe yazıyorum, yazdıkça başka  şeyleride sayasım geliyor ve kendimi kısır bir döngü içinde buluyorum. Böylece yazıyı bitiremiyorum uzuyor uzuyor.

En iyisi sosyete pazarlarına, seyyar satıcılara, onları oradan oraya kovalayan zabıtalara, yankesicilere, pazarda bile kredi kartı geçen tezgahlara, "pazara bebek arabası ile gelinir mi hiç zaten kalabalık" diye söylene  söylene pazar arabasını milletin ayaklarının üzerinden geçire geçire giden teyzelere, o kalabalıkta komşusuyla kırk yıldır hiç görüşmemiş gibi karşılaştıklarında muhabbet etmeye çalışan hanım ablalara,homurdana homurdana gelmiş, annesinin poşetlerini taşımak mecburiyetinde bırakılmış gençlere ve aklıma gelen daha nice mevzulara girmeden bitireyim bir pazar klasiği ile mevzuyu;

Gel, gel, gel abla gel,pazara gell...

  

        

 

 





 





















17 Kasım 2015 Salı

Tüyap 2015

Pazar günü Tüyap`taydık. İki sene aradan sonra iki çocukla Tüyap muhteşemdi...

Sabahın erken saatlerinde yola çıktık.Kalabalıklara karışmadan fuara ulaşalım sakin sakin gezebilelim diye. Saat 10:00 da açılan fuara 10:15 te ulaşmıştık. Bizim gibi düşünen yüzlerce insanın olduğunu araba park yeri ararken fark ettik.

Fuara giriş 5 tl . öğrenciye, öğretmene, emekliye ise bedava. Bir sürü salon, her salonda onlarca stant, yüzlerce kitap var.

İnsan kendini kaybediyor, nereye bakacağını hangi kitabı bağrına basacağını şaşırıyor.

Dört birey olarak gidince durum daha da zorlaşıyor. Herkes kendi ilgi alanına yönelmek istiyor.

Eşim ekonomi, siyaset, finans ağırlıklı kitaplara,oğlum dinozorların kurbağaların hayatlarını anlatan hikaye kitaplarına,ben ise anne- çocuk, karı-koca, kardeşler arası diyologla ilgili yazılmış iletişim kitaplarına, minik kızçe ise dışı kapağı cazibeli renkli olan her türlü kitaba yöneldi...

Tabii ki öncelik okumayı yeni yeni hızlandıran sevmesi için elimizden geleni yapmaya hazır ve nazır olduğumuz Ahmet Kemal`indi.

Fuara girdiğimize ilk gözümüze ilişen stanttaki küçük prens afişleri oldu. Geçtiğimiz haftalarda filmine gitmiş olan Ahmet Kemal'in hemen dikkatini çekti. Dakikalarca küçük prens kitabını ve afişlerini inceledik. Hepsini almak isteyen oğluma zorda olsa da, önce fuarı gezip çıkarken beğendiği kitapları alma fikrini kabul ettirdik. Elimizde bir sürü kitapla dolaşmamış oluruz diye düşünmüştük.

İkna edilebilir Ahmet Kemal kitabı bıraktı bırakmasına ama Vera'yı ikna etmek o kadar kolay olmadı. Kendisini her baktığımız kitabı almak zorunda hisseden kızçem bağıra çağıra fuarı birbirine kattı kitabı geri bıraktık diye.

Fuar boyunca boyunun yettiği her stanttan kitap alıp bebek arabasına doldurdu. Her kitabı "menim menim" diye sahiplendi. Benim görevim Vera'nın ilgisini dağıtmak, eşimin göreviyse Vera'nın bebek arabasına doldurduğu kitapları çaktırmadan stantlarına geri yerleştirmekti.

Neyse ki fuardaki kitapçı ablalar, abiler bize tanıtım broşürlerini vererek dikkat dağıtma operasyonumuza katkıda bulundular.

Kitapları, dergileri, zeka oyunlarını barındıran binbir çeşit standın her birini gezmek, dokunmak, incelemek istesek de, bu çok kolay olmuyor, tabii ki çocuklarla.

Koskocaman fuarda, koskoca üç buçuk saat içinde kendime sadece bir kitap alabildim. O da, blogunu takip ettiğim, o gün orada da kitap imzalamak için bulunacak olduğunu bildiğim Şermin ÇARKACI'nın kitabı "Oyuncu Anne". 

Şermin Hanım ile tanıştım, kitabını imzalattım, fuarın ilk saatleri olması sebebiyle sakinlikten yararlanıp bir hayli sohbet ettik

Aynı yazıları gibi, sıcak, güler yüzlü, sempatik, insancıl bir hanım. 

Eşimin fuar kazancı ise, muhteşem bir tarih dergisi olan Yedi Kıta ile güncel takip edilmesi zevkli İnsan ve Hayat dergisi aboneliği oldu.

Toplamda bunlar 30 dakikamızı almış olsa, geriye kalan üç saat Ahmet Kemal ve Zeynep Vera'nındı. Üç saat boyunca çeşitli kitaplar alan Ahmet Kemal'in ilk imzalı kitabı da bu fuarda oldu. Başta biraz çekinse de sonrasında gidip muhabbet edip kitabı imzalatabildi. Hatta kendini aşıp fotoğraf bile çektirdi Mr. David SIMPSON'la. The Angry Crocodile Ahmet'in ilk imzalı kitabı olarak kütüphanemizde yerini aldı.

Vera'nın çok yorulup, yorgunluktan fuarın orta yerine oturması, hatta oturmayı aşıp yatmaya kalkışması, Ahmet Kemal'in aldığı kitapları fuarın içinde tek tek okumaya çalışması neticesinde fuar gezimizi sonlandırmak zorunda kaldık. 

Zorunda kaldık diyorum çün beni bıraksanız aç susuz akşama kadar stant stant gezebilirdim. 

Çıkışa doğru emin adımlarla ilerlerken eşimin yeterli kitap aldığımız düşüncesi ile Küçük Prens standını es geçmeye çalışması tabii ki Ahmet Kemal tarafından farkedildi ve Kücük Prens günün son kitabı olarak çantada yerini aldı.

Ve böylece bu seneki Tüyap Kitap Fuarı mecaramızı bitirmiş olduk.

Yıllar önce babamla fuara gidip, elimiz kolumuz kitaplarla dolu olarak arabamıza bindiğimizdeki mutluluğumun tam olarak aynısını oğlumun yüzünde görmenin huzuru ile bindim arabamıza.  

 Ve şükrettim rabbime.

Kitabı seven bir babam,
Kitabı seven bir eşim,
Ve kitabı seven bir oğlum olduğu in...
(Darısı kızımın başına, gerçi şimdilik o da fena sayılmaz)