25 Temmuz 2014 Cuma

Örğü Örmek ve Ben...Yok Olmaz Öyle Şey...

Örgü örmek denilince insanın aklına gözünün önüne gelen manzara yaşlı bir teyze gözünde yakın gözlüğü önünde rengarenk yünlerle sallanan sandalyesine oturmuş torununa kazak, çocuğuna atkı ya da bir komşunun bebeğine yelek örüyor.

Arkadaşlarımdan bazıları Amerika'ya gelirken bana örgü ör vakit geçer dediklerinde tam da gözümde yukarıdaki tarifteki teyze canlanmıştı. Gülüp geçmiştim, örgü ve ben yok ya o kadar da değil dedim.

Örgü örmek, yünler, yumaklar, şişler hiç bana göre değil-değildi. 

Kara kışın ortasında geldiğimiz Amerika'da oturmaya gittiğim bir evde klasik sorular yeni gelene sorulan; iyi niyetli ama bezdirici. 

Alıştınız mı?  
Sevdiniz mi?
Çocuk nasıl, uyum sağladı mı?

Uzayıp giden sorular, sorular...

Cevaplarken ne kadar bunaldığımı, daraldığımı anlayan bir teyze, hemen ev sahibinden şiş ve yumak istedi. Bana dönüp, şimdi dünyanın en kolay örgüsünü öğreteceğim. Sıkılmana, bunalmana derman olacak dedi. 

Bense, inanmaz tavırla, başımdan savmak için, şiş kullanamıyorum ama tığ kullanmayı biliyorum dedim. 

Olsun dedi pes etmeyen teyzem bu örgü kalın uçlu tığla da olur. Şiş büyüklüğünde tığlar var. Onlardan alırız bir güzel örersin. 

Bana orada kalın tığ ile şiş örgüsünü öğretti. Ev sahibinden aldığım küçük yumak ve tığ ile üç dört gün uğraştım. Uğraştıkça, hakikaten vaktin geçtiğini fark ettim. El bezi büyüklüğünde bir şey ördüm. 

Bir başka gün arkadaşlarla otururken el bezimi gururla sergiye çıkardım. Aldığım pozitif yorumlarla hevesim iyice arttı. Bu seferde evinde bulunduğumuz hanım, başka bir yumak verdi. Ben onunla da lif örüp, "ustalık eserime" başlamaya hak kazandım. 

Kar yağışının azıcık dindiği bir akşam buralı bir arkadaşla yün ve şişlerin satıldığı dükkanda aldık soluğu.

O zaman daha cinsiyeti belli olmayan bebeğim için yeşil, krem ip aldım. Ama gönlüm üçüncü renk olarak pembeye gidiyordu. Sarı mı, eflatun mu, pembe mi derken pembe alıp, erkek olursa eflatunla değiştirmeye karar verdim. 

Elimde iplerim ve kocaman, kalın gagalı diye tarif edilen tığın büyüğü şişim ile o gece başladım örmeye. 

Otuz zincir çekilip üstünü başa gidip gelmek suretiyle otuza tamamlayıp kareler elde ediliyor. Sonra bu kareler üç rengin yan yana alt alta gelmemesine özen gösterilerek birleştiriliyor. On yedi krem, on altı yeşil, on altı pembe kareler ördüm. Toplamda oluşan 49 kare birbirine eklenince kocaman bir battaniye oldu. 

Ve ben şunu fark ettim ki, bir şeyler üretmek genci, yaşlısı herkesi mutlu ediyor. İnsan mutlu olarak oyalanacak bir şey buluyor. 

Ipadden, bilgisayardan, TV'den, telefondan ayrı geçirdiği verimli bir anın olmasından gurur duyuyor, bitip de gururuna mutluluk eklendiğinde, insan kendisini Selimiye'yi inşa eden Mimar Sinan gibi zannediyor! Ustalık eserine bakmaya doyamıyor. 

Tevekkeli değil, yaşlılar bu tadın farkında olduğundan gençlerin babaanne, anneanne uğraşmaya değmez şimdi bu atkıların, kazakların yüzlerce çeşidi var, sözlerine alaylı gülümsemeleri ile cevap vermeye tenezzül bile etmiyorlar. Kafalarını, ah geçlik ah diye diye sallayıp, devam ediyorlar bu lezzete. 

Ben de tattıktan sonra bu lezzeti, hak verdim anneannelere, babaannelere...

Boş vakti olanlara şiddetle önerilir. 








 










16 Temmuz 2014 Çarşamba

Farklı Bir Gezi

"Beklenen gün gelecekse çekilen çileler kutsaldır" sözü gereğince kutsal çileleri çekmeye devam ediyorum.(uykusuzluk,iştahsızlık,hazımsızlık,mide yanması vs. vs.).

Hamilelikte 38. haftaya girdiğimiz şu günlerde her haftaya doktor da başlıyoruz.Her pazartesi kontrole gidiyoruz.Şimdilik bir ses bir seda yok.Beklemedeyiz...

Geçtiğimiz hafta bize bir randevu daha verdiler ama bu sıradan bir muayene randevusu değildi.Bu doğum yapılacak hastaneyi gezip, görme, öğrenip,tanıma randevusu...

Aynı bir turistlik gezi gibi,hastane gezisi yaptırdılar bize...


Hastaneden içeri girince önce lobideki geniş koltuklar,bembeyaz yer granitleri,kocaman yeşil bitkiler dikkatini çekiyor insanın. Gözü güzellikleri görürken, burnu mis gibi kahve kokusunu alıyor. Kahve, insanı kendine çeken, bağımlılık yapan adeta sihirli bir içecek Amerika'da. İstenilen her yerde ulaşılıyor, yol kenarlarında, alış veriş merkezlerinde, benzincilerde, hastanelerde, kısaca canınızın kahve çektiği an neresiyse, orada. 

Kahvenin büyüsünden kurtulup yola devam ettik. Hastanenin ikinci katı olan doğum katına ulaştığımızda bir görevli yanımıza geldi. Kendini tanıtıp, hastaneyi gezdireceğini söyledi. Rehberimiz, bembeyaz saçları, masmavi gözleri, yetmiş-seksen yaşlarında bir bayandı. Şu Titanik filmindeki bayan başrol oyuncusunun yaşlanmış halini oynayan oyuncuya çok benziyordu. 

Bize her yeri teferruatı ile gezdirdi. Her sorumuzu uzun uzun açıklayarak cevapladı. 

Önce prematüre bebeklerin kaldıkları yerleri gösterdi. Storlar hafif inik, karanlık ortamda, sallanan sandalyelerde oturan annelerin kucaklarında bebekler. Günün uzun bir bölümünü böyle geçiriyorlarmış. Anneleri yanında. Tuhafıma gitti doğrusu, çünkü biz prematüre bebeğin küvezde bakıldığını ve yanına kimsenin alınmadığını biliriz hep.Gerçi bebekten bebeğe,kilosuna,akciğer gelişimine göre bu durum değişebilir sanırım...

 Devamında doğumdan sonra kalınan odaları gezdik.Bir hasta yatağı ,bir refakatçi yatağı, banyosu, tuvaleti, üç sandalyeli yuvarlak masası, gömme dolabı olan bir oda. Bazı odalarda jakuzi de varmış.Ama rezerve etmek gibi bir şansımız yok.Gittiğimiz zaman boş olup olmamasına bağlı kalıp kalamamak...Klasik hastanelerdeki gibi nevresimler, yastıklar, pikeler beyaz. Ama arzu edersek kendi nevresimimizi, yastığımızı götürebilirmişiz...
 
Oğlumun  bizimle hastanede kalma ihtimaline karşı bir yatak daha alıp alamayacağımızı sorduğumuzda sorun teşkil etmeyeceğini alabileceğimizi söyledi.Benim için çok önemli meselelerden biri de buydu.Ferahladım doğrusu...
 
Gelelim bebeğin yatağına,tahtadan altında çekmesi olan minik bir yatak..
 
Çekmecenin içinde üç tane zıbın takımı, üç tane kundak (Burada çocuk doğar doğmaz sıkıca kundaklıyormuş hemşireler) başlık, biberon, emzik, bir paket bez, ıslak  mendil,tırnak makası, burun as pire etmek için pompa, ince bir battaniye var.(Görevlinin yanın da çok ta inceleyemedim Ama oğlum sağ olsun hepsini eline alıp tek tek baktı.Hatta başlık gibi deneyebileceklerini denedi bile)...

Bunlar hastanenin yeni doğan bebeklere hediyesiymiş. Hastanede kaldığımız sürece bunları kullanacakmışız.Başka bir şey giydirmek prensiplerine aykırı. Eğer giydirmek istediğimiz başka bir kıyafet varsa hastaneden çıkarken onu giydirebilirmişiz.

Hastaneye bebek için hiç bir şey getirilmiyor, gerek yok.Tek getirilmesi mecburi olan şey ,car seat(araba koltuğu)...

Hastaneden çıkarken hemşire gelip yeni doğan bebeğe uygun car seate bebeği yerleştirip, car seatide arabaya yerleştiriyormuş.Arabaya doğru bağlandığından emin olduktan sonra çıkış izni veriliyormuş. Car seat yoksa bebeğe çıkış izni de yok(muş).Bu mevzu Amerika da çok önemli sadece yeni doğan için değil tüm çocuklar için mecburi...

Geziye devam edecek olursak bir sonraki durağımız doğumun gerçekleştiği odaydı. Burada doğumhane diye bir yer yok .Aynı doğum sonrası kalınan odalar gibi doğum odaları var.İçerisi tam teşekküllü mini bir ameliyathane gibi.Her türlü teçhizat mevcut.Doğum öncesi ve doğum anı bu odalarda gerçekleşiyor. Bu odalarda doğum gerçekleşene kadar istediğimiz kadar kişi ile bekleyebilirmişiz.
 
Burada doğumun kutsaliyeti çok yüksek ve önemli olduğu için bu odada doğumu gebe ile beraber birinci derece akrabaların bir çoğu bekliyormuş. Anne, baba, kardeşler, kayınvalide kayınpeder dostlar bu liste uzayıp gidiyormuş. Odada camın önüne yerleştirilmiş sandalyeler bunun ispatı gibiydi.

Bana ters geliyor bu kalabalık... Bence mahremiyeti olmalı doğumun.Ne öyle ya seyirlik kız kulesi mi bu? Bizim adetlerimize ters .Baba, dedeler kapıda merakla bekler.Müjdeyi veren hemşireye hediyesi verilir.Sarıp sarmalanmış mis gibi temizlenmiş bebek kucağa alınıp koklanır,sonra baba giyinmiş yatağına yatırılmış yorgun ama mutlu eşinin yanına girer.Budur bizim adetimiz geleneğimiz.(yine büyük konuştum ve yine başıma gelecek mecburen)...

Bebek doğduktan sonra ki tüm sağlık kontrolleri bu doğum odasında anne ve babanın yanında yapılıyormuş.Kontrollerin ardından doğum sonrası odaya geçiriliyor.Sonrasında herhangi bir şey için(kan almak,test yapmak,vs.)bebek odadan çıkarılırken baba yada ailenin izin verdiği biri daima yanında bulunuyor.Doğum sonrası bebeğin ayağına alarm takılıyor. Bebek herhangi bir sebeple velevki aile fertleri tarafından olsun görevlilerin izni olmadan odadan dışarı çıkarılamıyor.Çıkarıldığı an alarm çalıyor-muş...


İşte bize anlatılanların özeti ...

Gezi sonrası sevgili rehberimiz bize çıkış kapısına kadar eşlik edip iyi şanslar diledi.

Şimdi biz bize anlatılanları yaşayacağımız günü beklemekteyiz,heyecanla, korkuyla, merakla...

Hayırlısı ile hemşirenin bebeğimizi car seate yerleştirdiği anın hayalini kurmaktayız sağlıkla inşallah...

Dip Not :
Bu arada biz sigortalıyız. Bu anlatılanların hepsi sigorta kapsamı dahilinde.Hiç bir ek ücret talep edilmeyecekmiş.Jakuziyi kullansak bile:)...













11 Temmuz 2014 Cuma

Asla "Asla" Deme!!!

Amerika bana ne öğretti diye düşündüğümde bir çok şeyin yanı sıra, bana büyük konuşmamayı öğretti.

Asla "asla" dememeyi öğretti.

"Yapamam" dediğim bir çok şeyi yaptım burada. Yapmaya da devam ediyorum.

Ailemden uzak yaşayamam.

İstanbul'dan başka şehirde yapamam.

Sabahtan akşama kadar çalışmadan evde oturamam, sıkılırım.

Arkadaşlarla,dostlarla buluşmadan rahatlayamam.

Evde ekmek yapmak daha sağlıklı, şunu da koyuyorum, bunu da ekliyorum diyenlere "amann, adım başı fırın evde de ekmek mi yapılırmış, ben uğraşamam, çavdarı, tam buğdayı, kepeklisi  hangisini istersem gider alırım".

Başka ülkede doğum yapmak mı, yok asla yapamam.

Bu liste böylece uzar gider...

Hayat plan yapmaya, güne gün inceden inceye hesap yapmaya gelmiyor. Tam maçı sayılarla kazanıyorum, bak hayata karşı planlarımı tam tamına uyguluyorum dediğin anda bir sol kroşe, nakavt...

Bizim durumumuz da tam buna uydu.

Eşimin gerekli sınavdan yeterli puanı alıp, üniversiteye kabul için başvurmasının ardından, kabul aldığı halde çeşitli nedenlerle (sıranın gelmemesi gibi) gönderilemeyeceğini öğrenmesinden sonra hayatı akışına bırakmaya karar verdik. 

Olursa olacaktı, olmayacaksa zorlayıp her sene ya gidersek diye gitmek üzere kurmayacaktık planları. 

Nasılsa en az iki-üç sene daha buradayız, bari oğlumun kardeşi olsun, bu arada o da büyür, diye düşünmeye başladık. Ve hayat tam da sol kroşesini bu arada çaktı bize...

Oğluma bir kardeş geleceğini öğrendiğimiz günlerde, bizden öncekilerin çeşitli sebeplerle gitmeme kararı vermesi neticesinde sıranın bize geldiğini, Amerika'ya gidebileceğimiz öğrendik. 

Olurdu, olmazdı. Yetişirdi, yetişmezdi. Evraklardı, vizeydi derken, onlar halloldu. Bu seferde eşim yalnız gitse biz sonra mı gitsek, doğumu burada yapıp mı gitmeliyim yoksa Amerika'da mı yapmalıyım. Öyleydi, böyleydi, düşünceler, planlar, kararlar ve geldik Amerika'ya.

Aslında ben de, eşim de hayatı planlayarak yaşayanlardanız biz. 

Hani markete listesiz gitmeyen, benzin deposu yarıdan aşağı düşmeden fulleyen, bir sene önceden tatilini planlayan, hafta başından hafta sonunun programını yapan aileler vardır ya, işte biz onlardanız. (Onlardandık!)

Böyle bir aile için elinde valizlerle hiç bir şeyini bilmediği bir ülkede, yaşama atılmanın zorluğu anlatılmaz, yaşanır. 

Uçaktan indik, ev yok, araba yok, eşyamız yok...Bizi hava alanında karşılayıp evinin çatı katında misafir eden ailenin yanında tam iki ay kaldık...

Şimdi bakıyorum da, altı ay geçmiş. Şükür ki, evimiz, eşyamız, arabamız nelerin alınabileceğini bilip gittiğimiz bir market, sigorta işlemlerimizin hallolunması ile gidebildiğimiz bir hastane var.

Yeni bir yaşamı sıfırdan kurduk adeta. İşte her şeyin ilacı denilen "zaman"...

Geçiyor ve geçtikçe alıştırıyor, kabullendiriyor her şeyi insana... 























8 Temmuz 2014 Salı

Kitap Okuma Sevgisi - Öğrenilen Mi Yoksa İçten Gelen Mi?

Kitap okumak, öğrenilesi, öğretilesi bir alışkanlık mıdır? Yoksa içten gelen bir duygu, sevgi midir?

Kitaplarda, seminerlerde, konferanslarda, yazarlar, psikologlar kitap okuma alışkanlığı ile ilgili onlarca yazı yazıyor, bir çok şey konuşuyorlar. 

"Kitap Okuma Alışkanlığı Nasıl Kazandırılır?" Başlığı altında onlarca madde sıralanıyor. 

- Çocuk anne karnında çevreyi algılamaya başladığı zamandan itibaren, sesli bir şekilde kitap okumaya başlanılmalı ve bu durum çocuk doğduktan, etrafını anlamaya başladıktan sonra da devam ettirilmelidir.

-Ana okulu yaşına geldiği zaman istediği, sevdiği karakterlerin de olduğu kitapları beraber almalı ve belli saatlerde en çokta uykuya dalmadan önce okunmalıdır. 

- İlkokula gidip, okumayı öğrenen çocuğa ise, kitap okuma vakitleri ayarlayarak, (onun da bilgisi dahilinde yoksa biz ayarlayıp "bak bu senin kitap okuma vaktin" diyerek değil) istediği kitapları alıp, ona uygun kitaplardan bir kütüphane oluşturarak, kitabı el altında, göz önünde bulundurarak "kitap okumalısın" mesajı verilmelidir.   

- Seveceği, ilgi ile takip edeceği, yaşına uygun dergi abonelikleri de bu konuda işe yarayabilecek unsurlardandır. 

-Kitap okumayı ceza olarak kullanmak ise, çocukların kitaba bakış açısının negatifleşmesine sebep olabilir. Yani, cezalısın iki saat tabletle oynayabiliyorsan şimdi de bir saat kitap okuyacaksın demek gibi. Kitap okumak, ceza unsuru değildir. Çocuklara öyle algılatılmamalıdır. 

- En önemli alışkanlık kazandırma yollarından biri de, söylemek değil yapmaktır. Çocuğumuza kitap oku demek yerine, elimize kitap alıp okumamız çok daha etkili bir yöntemdir.

- Bu konuda ebeveyn kadar öğretmen de etkilidir. Sadece tatillerde kitap verip bunu okuyup özetini çıkarın demek yerine, kitap okuma yarışmaları yaparak, okul dergisine okunan kitapların özetlerini yazdırarak, kütüphanelere götürerek çocuklara önce kitapları sevdirmelidir.

Ama her şeye, tüm çabalara rağmen ben öyle iki kardeş tanıyorum ki, aynı alışkanlık kazandırma metotları uygulandığı halde biri kitap kurdu diğeri ise, kitabın başından, ortasından ve sonundan birer ikişer sayfa okuyarak koca kitabı bir hamlede bitiren...

Tüm "ağaç yaşken eğilir"lere "çocuk bu anne, babasından ne görürse onu yapar"lara rağmen bence bir de içten gelmeli, sevmeli ya hu sevmeli kitap okumayı, gerisi laf-ü güzaftır.





4 Temmuz 2014 Cuma

Amerika'da Cami

Ramazan-ı Şerifin mukaddesliğini ilk defa Türkten başkası ile paylaşıyoruz ailece.

Tuhaf, zevkli, coşkulu bir duygu...

İlk gün iftar için camiye gittiğimizde (Burada oturduğumuz evimize yakın bir cami var çok şükür. "Selimiye Camii". Bir mutfağı iki ayrı yemek salonu var.Her akşam farklı renkte, ırkta, kültürde, dilde, çeşitli insanlarla buluşup iftar açıyoruz. Tek ortak noktamız müslüman olmak) oğlum "anne Ramazan tek bizim değil mi herkesin mi?" diyerek şaşkınlığını ortaya koydu.

Cami, bizim için birlik, beraberlik, muhabbet, hal hatır sorma, gurbeti paylaşma yeri...

Çocuklarımız içinse koşturma, beraber oyun oynama, şeker, çikolata ,dondurma yeme, en ön safta namaza durup en fazla iki rekat kıldıktan sonra yerde yuvarlanıp akrobatik hareketler sergileme yeri...

Eşi Pakistanlı müslümanlardan olan Amerikalı bir bayan her akşam çocukları bir arada tutacak, eğlendirecek şeylerle geliyor iftara. Bir gün dondurma, bir başka gün şeker, diğer gün başka bir şey buluyor.

Bir şeyler almak için sıraya giren çocuklara bakmaya doyamıyor insan.

Kimi Arabistanlı, kimi Afrikalı -simsiyah sadece dişleri var siyahlığın ortasında inci gibi.

Kimi Moroccolu (Faslı), kimi Ahıska Türklerinden (Rusyadan sürgün edilmiş), kimi Hindistanlı kimi Pakistan, bazısı Ganalı bazısı başka bir Afrika ülkesinden...

Bağıra çağıra,itişe kakışa sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar.

Çocuklar koşuşturup oynarken, yediklerini önce bitirme yarışı yaparken, hanımlar bir yerde erkekler başka bir yerde yenen yemeğin ardından çöken rehavetle sofra muhabbeti yaparken, "cami"nin ne demek olduğunu anlıyor insan...

Amerika'da cami, sadece ezan okunan, beş vakit namaz kılınan, Razaman-ı Şerifte mukabele okunup, teravih kılınan, kandilden kandile gidilen yer demek değil. 

Amerika'da cami dinini tanıyan çocuk demek.

Amerika'da cami bahçesinde basket potası ile etrafından kocaman yeşillik alanları ile çevresine bırakılan futbol, basketbol topları ile oyun sahası demek. 

Amerika'da cami bunalan, sıkılan insanın kendini rahatlattığı, gideyim elbet bir dost bulur muhabbet ederim diye çekinmeden gidebileceği yer demek.

Amerika'da cami, kara kışın altında gidip, karını küreyebileceğin, yazın sıcağında gidip, otunu biçebileceğin, çimenini kesebileceğin özel mülkün gibi yer demek. 

Amerika'da cami bahçesindeki kamelyada oturup çay içebileceğin, dostlarla konuşabileceğin ağaç altı serin mekanın demek.

Amerika'da cami Türkün, Arabın, Moroccolunun, Filistinlinin, Lübnanlının, Ahıskalının, Ganalının, Ugandalının ve sair Arap, Afrika ve diğer müslümanların dilini hiç anlamasa da ortak kelamın bir olduğu, verilen selamın karşısındakinin gözünün içine tebessümle bakılarak alındığı yüce mabet demek.

Amerika'da cami birlik, beraberlik, huzur, mutluluk, coşku, dostluk, muhabbet, sevgi, saygı gibi tüm güzel soyut kavramların birleşmesi demek.

Kısacası Amerika'da cami bütünlük demek.

Olmasaydı herkes, her şey yarım kalırdı, eksik olurdu.

Dini yaşamaya çalışanlar yalınlaşır, yalnızlaşırlardı...

Şükürler olsun ki varsın Selimiye Mosque...

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Dibine Kadar Yaşanan Mevsimler

Kışın karından, soğuğundan şikayet ettiğim Boston intikam alıyor benden.

O kadar çok şikayet ettim ki, her sabah gözümüzü açar açmaz oğlumla cama koşuyor ve kar yağarken görünce de, isyanla "off yine yağıyor" diye sürekli şikayet ediyorduk...

Ocak ortalarına kadar nerede ise hiç kar yağmamış İstanbul'dan kalkıp, her gün her an kar yağan bir şehre gelince alışmamız çok zaman almıştı...

Hatta bir sabah hiç unutmuyorum. Oğlumun bağrışlarıyla uyandım. "Anne bugün kar yağmıyor, yaşasın bir yere gidebiliriz." diye bas bas bağırıyordu.

Karı yağarken görünce dışarı çıkmaya uzun bir süre cesaret edememiştik. Çünkü azıcık karda valilik telefonları kitlenen, okul var mı yok mu diye sabahın kör karanlığında haberler dört gözle dinlenen bir şehirden gelmiştik biz...

Her telefonda konuştuğum aileme, arkadaşlarıma yağan kardan şikayet ediyordum. Buralara alışıp alışmadığımızı soran buralılara "ah şu kar olmasa, her gün mü yağacak, ne zaman bitecek, burada bahar ne zaman geliyor" diyerek bunalttığım anlar çok olmuştu. Ağaçların yeşereceğini, toprağın bereketleneceğini, çok çeşitli çiçeklerin olduğunu söyleyenlere şüpheli gözlerle bakıyordum. 

Sonra yavaş yavaş beklenilen bahar geldi. Bu seferde yağmurlar çok şiddetli geldi bize. 

Yağan yağmur bizim ülkemizdeki bazı bölgelerdeki evlerin sel basmasına, derelerin taşmasına, toprağın kayıp heyelan olmasına sebep olan cinsten bir yağmur...

Şu kadar günde, şu kadar metreküp yağmur yağdı gibi bir bilimsel bir açıklama yapamasam da, Nisan ayında yağan yağmurlardan altı-yedi litreye yakın Nisan yağmur suyu toplayan arkadaşlar oldu. 

Burada yağan yağmura "bardaktan boşanırcasına" tabiri az kalır. Kovadan, bidondan boca edercesine yağan yağmur tabiri tam oturuyor. 

Her mevsimi dibine kadar yaşıyorlar. 

Hele ki yaz mevsimi...

Haziran ayının gelmesi ile kendini iyice belli eden yaz mevsimi, tam karından, yağmurundan şikayet ettiğim, Boston'un intikamı gibi.

Öyle bir sıcaklık var ki, anlatmak imkansız. Termometrede sıcaklık 35 dereceyi gösteriyor ama hissedilen- nem oranı ile beraber- 40 derecenin üzerinde. Sabahtan akşama kadar açık olan camlar hiç bir işe yaramıyor. Çünkü dışarıda yaprak bile kımıldamıyor. Salonda dört, mutfakta iki, yatak odasında iki olmaz üzere sekiz cam açık, netice; hala bunalma, hala sıcaklama, hala terleme...

Şimdi de yakınlarıma sıcaktan şikayet ediyorum. Bu mevsimler kendimi her şeye mızmızlanıyor gibi hissetmeme sebep oluyor. 

Acaba, benim hamileliğimin son günleri olduğu için mi bu kadar sıcakladığımı, veryansın ettiğimi düşünen kardeşim bu gün oğluma soruyor. "Teyzecim, annen mi çok sıcaklıyor, bunalıyor yoksa sen de sıcaklıyor musun? Gerçekten orası çok mu sıcak?".

Oğlumun cevabı " teyzeee burası çok sıcak, top oynamadan, koşmadan, oturduğum yerde boya yaparken anlımdan su damladı kağıda..."

Nasrettin Hocanın verdiği cevapların (Hocaya demişler ki, Hocam yaza çok sıcak, kışa çok soğuk diyorsun, hep şikayetçisin. Hoca da, bahara söz söylediğim var mı demiş) bile yetersiz kaldığı bir şikayet durumum var. Farkındayım... 

Bahara bile laf söylüyorum. Ama gerçekten, 

-Kışı çok soğuk ve karlı,
-Baharı çok aşırı yağmurlu,
-Yazı çok sıcak ve nemli 

bir şehir burası...