6 Aralık 2014 Cumartesi

Alışamadıklarımız

Amerika'ya yaşamaya geldiğinde, 1920'den sonraki Türkiye'de yaşayanları daha doğrusu Osmanlı'nın bittiği Türkiye'nin başladığı dönemde yaşayanları çok iyi anlıyorsun...

Hani şu inkılaplar devrini...

Her şeyin değiştiği devri...

Alfabenin Arap alfabesinden Latin alfabesine, Osmanlı lirasının TL' ye dönüştürüldüğü, ölçü birimlerinin değiştirildiği devir. 

Biraz derinleşecek olursak bu mevzuda, alfabe "Elif-be-te-se" iken "A-be-ce-de" ye, para birimi Osmanlı lirası "mecidiye, kuruş" iken "lira ve kuruş"a, uzunluk ölçüsü "arşın, fersah, kulaç" iken "kilometre, metre, santimetre", ağırlık ölçüsü "çeki, kantar, batman, okka, dirhem, miskal" iken "gram, kilogram, ton"a dönüştürüldü.

O dönemde yaşayanlar ne kadar zorluk çekmişlerdir, kim bilir. 

Aslında biliyorum ben artık. Çok zorluk çekiliyormuş. 

Biz Amerika'ya geldiğimizde, benzer zorluğu çektik zira. 

Mesela alışverişe gittiğimizde bir kilo meyve alacağız, böyle bir ağırlık  birimi yok kilo yerine pound var.

Pound yarım kilodan birazcık az...(453 gram)

Sonra süt alacağız diyelim bir litre süt yok, bir galon var.

Bir galon üç litreden biraz fazla...(3,7854 litre)

TL yok Dolar var, kuruş yok cent var, alfabelerinde "x" var,"w"var,"q"var...Yazılıyor farklı, okunuyor farklı...

Havanın sıcaklığının anlaşılması bile zor. Mesela bu günün sıcaklığı 70 fahrenhayt. Burada sıcaklık birimi santigrat derece değil fahrenhayt... Çocuklarda ateş 100 fahrenhayt üzeri olunca tehlikeli demek...

Her birine alışılması benimsenmesi zor.

Buraya gelirken tecrübelerinden yararlanmak için aradığım bir arkadaş şöyle demişti "Buraya geldiğinde Türkiye ile hiç bir şeyi kıyaslama"...

Geleli neredeyse bir yıl oldu ama ben bu öğüdü bir gün bile tutamadım. Daha geçtiğimiz gün benzinciye gittiğimizde kendimi bir galon benzin fiyatına kaç litre benzin alındığını hesaplarken buldum.

Bunları hesaplarken en büyük yardımcımız her sorduğumuzda noktası ile virgülü ile doğru hesaplayan yegane çeviricimiz, "google". İyi ki "google" var. Geçmişte yok olup bizde var olan  durumu kolaylaştıran google. Elimizde telefon bir galon kaç litre, bir pound kaç kilo sürekli bir hesap içindeyiz.

Buralarda uzun süre kalmış olanlara göre bu hesapları yapmadığımız gün buralara alıştığımız gün olacakmış...

Hala hesapladığımıza göre alışamadık sanırım...





8 Kasım 2014 Cumartesi

Apple Garden (Elma Bahçesi)

İki hafta önceden geldi elma bahçesine gidiş için izin belgeleri...

Okuldan çocuklar elma toplamaya gidecekmiş bizim iznimizi istediler.

Başta tedirginlik yaşadık. Gözümüzde hala çok küçük olan çocuğumuzun tek başına geziye gidecek olma tedirginliğiydi yaşadığımız. Sonrasında bu deneyimden mahrum olmasın düşüncesi daha ağır bastı ve izin belgesini imzaladık.

  İzin  belgesinin yanında gönderdikleri kağıtta, o güne ilişkin bazı istekleri yazıyordu.

Beslenme kutularını o günlük çantalarına koymamamızı onun yerine kilitli poşetlerde göndermemizi istediler. Sulukları yerine bittiğinde atabilecekleri pet şişe koyulmasını, kısaca yemek sonrası elma toplarken çantalarının boş olmasını istediler.

Sabah biz okula bıraktıktan sonra gidip okuldan çıkış  saatine  kadar döneceklermiş.

Oğluma söylediğimde heyecanla beklemeye başladı. Her gün okuldan geldiğinde "yarın mı gideceğiz"diye  soruyordu. En sonunda bir takvim hazırladık. Buzdolabına astık. Hazırladığımız da tam on gün vardı. Her gün okuldan geldiğinde bir kutucuğu karaladı. O "ne kadar kaldı" diye sormaktan biz de cevaplamaktan kurtulduk.

Gidecekleri günden bir gün önce eve yine kağıt geldi. Önceki isteklerinin yanı sıra, havanın yağmurlu olacağını çocukları ona göre giydirmemizi, yağmurluklarını çantalarına koymamızı  ve çocuklara böceklerin, kenelerin yaklaşmasını engelleyici spreyler sıkmamızı istediler.

Beklenen günün sabahı gün doğmadan uyandık. Kahvaltıdan sonra eşimin elma nasıl toplanır, iyisi güzeli nasıl anlaşılır, boyutu ne kadar olmalıdır adlı  konferansını dinledik. Bana bu uzun konferanstan dolayı fenalık gelse de oğlum çok ciddi bir şekilde dinliyordu. Kolay mı ilk defa tek başına ailesi için bir şey yapacaktı. Bize elma toplayacaktı.

Eşimin okula bırakmasından sonrasını akşam okuldan gelince oğlumdan dinledik.

Önce sınıfta öğretmenleri eş yapmış "buddy-badi" yani... Herkes okula dönene kadar badisinden sorumlu...

Sınıftan çıkmadan sıra ile wc'ye gidilmiş sonrasında tren olunup school-bus'lara binilmiş...

Oğlum için başka bir ilk annesiz babasız ilk otobüs yolculuğu...

Elma bahçesi bayağı uzakmış git git bitmemiş netice bahçeye varmışlar.

Ağaçların boyu çocuklar kadarmış, üzerleri elma doluymuş. Oğlumun demesi ile "bir milyona yakın elma vardı anne :)"

Elmaları öğretmenlerin üzerlerine adlarını yazdıkları poşetlere toplamışlar. Sonra öğretmenler herkesin poşetinin ağzını sıkıca bağlayıp çantalarına yerleştirmiş.

Oğlum elmalarının hepsini ağacın dalından almış hiçbiri yere düşmemiş, yere düşen elmalardan  hiç almamış.

Bunu bize anlatırken gözlerimizin taa içine bakıyordu "Aferin" almak için. Tabi anında benden,  anneannesinden, babasından kocaman aferinler aldı.

Yarasız beresiz ağaç dalından gelen elmalar için...

Bahçeye dönecek olursak bahçe çok kocamanmış, çocuklar eğlensin diye bazı oyun alanları varmış.

Hatta bir tane saman arabası varmış, sırayla hepsi binmişler öğretmenleri onları gezdirmiş. Bir yerden bir yere onunla taşımışlar. 

Eğlenceli verimli bir gün yaşamışlar. Yorgunluktan dönüşte bitap düşüp uyuya kalanlar olmuş. Birisi de benim kuzum.

Burada çocuklar çok küçük yaşta tanışıyor doğa ile...

Okullar, bahçelere, hayvanat bahçelerine, ormanlara gezi düzenliyorlar. Hem de defalarca...

Mevsimine göre gezi planlamaları var. Yazın farklı yerlere, kışın farklı yerlere geziler düzenliyorlar.

Mesela daha bir kaç gün önce yaprak toplamaya gittiler. Yağmurlu bir günde... Sonbaharı yerinde yaşamaya.

Kuzucuğum okul dönüşü elinde rengarenk bir kese kağıdı dolusu yaprağı, pek bir mutlu gururlu geldi eve. Bu annesiz babasız ikinci gezisiydi. Bu geziyi de başarı ile tamamlamanın haklı gururuydu yaşadığı oğlumun.

Mevsim sonbaharmış, havada yağmur varmış engel değil burada gezmeye.  Çocuklar giyiyor yağmurlukları, lastik botları doğru doğayı keşfe....

Mevsim kışmış, kar varmış fark etmez elde eldiven, üstte mont, ayakta bot. Haydi kaymaya eğlenmeye gezmeye...

Yazın su parkına, havuza...

Kısaca burada okul sadece ders anlatılan, öğretilen yer değil, hayatın ta kendisi...

Derslerle birlikte bir çok şeyin yaşayarak öğrenildiği yer...

4 Kasım 2014 Salı

Halloween (Cadılar Bayramı)

Amerika'ya geldiğimizden beri ilk defa böyle bir yoğunluk gördüm bulunduğumuz yerin sokaklarında.

31 Ekim gecesinin hazırlıkları farmda-manavda (kendi ürettikleri sebze ve meyve satan yerler) saman balyalarını ve bal kabaklarını gördüğümüzde başlamış. Bayramın yaklaşık 5-6 hafta öncesinde...



Civardaki çoğu ev bu gece için hazırlıklarına haftalar öncesinden başladı. Bahçelerini balkabakları, saman balyaları, korkunç figürler ile süsledi.

Okullarda haftalarca "pumpkin" (balkabağı) resimleri, korkunç yüz figürleri falan çizildi.Kütüphanelerde korku temalı kitap ve cdler  ön raflarda yerlerini aldı. Halloween'a hazırlık için...

Halloween'in kökeni hristiyanlık öncesi Britanya'da pağan Keltler'in kutladığı bir festivale dayanıyor-muş.Amerika'da ilk başlarda kutlanması yasakken, 19. yüzyılda kutlanmaya başlanmış ve zamanla Amerika'daki başlıca çocuk bayramlarından biri olmuş. Fakat muhafazakar hristiyanlar bu günü kutlamamaya devam ediyorlarmış.

Bu kadar tarih bilgisinin ardından burada gördüklerimize gelecek olursak; o gün havanın kararması ile sokaklar dolmaya başladı. Genç, yaşlı, çoluk çocuk kostümleri ile sokaklarda dolaşmaya başladılar. Hepsinin kostümleri korku teması üzere kurgulanmış, acayip kostümler. Kafalarında kurt gibi yırtıcı hayvan maskeleri, üzerlerinde iskelet, hayalet, örümcek gibi figürlerin olduğu kıyafetler...

Korkmanın, korkutmanın bayramını kutladılar!

Çocuklar, aileleri ile birlikte evleri gezdiler, şeker, harçlık topladılar. Bal kabağı figürleri ile süslenmiş, kaseler, kuru kafa şeklinde şekerlikler, kapıların yanına içleri o güne özgü şekerleme ve çikolata dolu olarak bırakıldı. Çocuklar gelip birer tane alıp yollarına devam ettiler. 

Marketler, pizzacılar çocuklara korkunç şekilli balonlar, şekerlemeler hediye etti. En çok tüketilen şekerlemelerden biri elma şekeri. Elma şekeri de, balkabağı gibi bu bayramın diğer bir sembolü. Cadılar bayramının öncesinde marketlerde onlarca çeşit elma şekeri satılıyordu. Başta anlayamadığım bu kadar çok şekerin sebebini sonrasında anlamış oldum. 

Biz de, bayramlarda güzel kıyafetler giyilir. Bayramlıklarımız rengarenk, tertemizdir. Bayram sevinç, huzur ve mutluluk demektir.  Burada ise, korkutmanın, bağırmanın, en korkunç maskeyi takmanın, en çirkin makyajı yapmanın adı bayram...

İşte buna da, dil, din, ırk, kültür farkı deniyor. 








31 Ekim 2014 Cuma

Okuyupta Geçemediklerimizden...

Bazen bir şeyi okur geçersin, üzerinde düşünmeden, anlamadan sadece okursun. Okumuş olmak için...

Hiç bir şey anlamadan okuduğunu duymadan...

Belki de o anki ruh hali ile alakalı bir durumdur.

Hani bakmak farklı görmek farklı denilir ya. Onun gibi, okumakla, okuduğunu anlamak, okuduğunu duyumsamakta farklı bence...

Birazdan paylaşacağım hikayeyi daha öncede okumuştum ama bu sefer ki etkisi farklı oldu bende.

Bulunduğum yerle mi alakalı yoksa içinde bulunduğum zamanla mı ya da benim ruh halim belki de, üçü bir arada bilemiyorum ...

Sizinlede paylaşmak istedim.

İşte okuyupta geçemediklerimden:


Ne zaman; hayatında bazı şeyler çekilmez hale gelirse, Ne zaman; yirmi dört saat kısa gelmeye başlarsa, O zaman; kavanoz ve iki fincan kahveyi hatırlayınız…

İşte kavanoz ve iki fincan kahvenin hikayesi:

"Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir. Ders başladığında; hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe kavanozunu alır. Sonrada kavanozu ağzına kadar tenis topları ile doldurur. Ardından öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar…

Bütün öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler.

Bunun üzerine; profesör önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını, kavanoza döker. Çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurmaya başlar. Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Öğrenciler yine hep birlikte; ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu defa da, masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Profesör yine aynı soruyu sorar. Öğrenciler de yine koro halinde ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu kez ise masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveyi alır. Başlar kahveyi kavanozun içine dökmeye. Bu kez de kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Bunun üzerine öğrenciler gülmeye başlar… Ardından profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar;

"Bu kavanoz sizin hayatınızdır.

Tenis topları; Hayatınızdaki önemli şeylerdir. Yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi. Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter.

Çakıl taşları ise; Sizin için daha az önemli olan diğer şeylerdir. Yani işiniz, eviniz, arabanız gibi.

Kum ise; diğer ufak tefek şeylerdir. Şayet kavanoza önce kum doldurursanız; Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi; ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz; Bu defa da önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin.

Çocuklarınızla oynayın.

Sağlığınıza dikkat edin.

Sevdiklerinizle yemeğe çıkın.

Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.

Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.

Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.

Gerisi hep kumdur…"

Bu arada bir öğrenci merakla şu soruyu sorar; "Hocam peki, o iki fincan kahve nedir?" Profesör gülerek cevaplar; "Bu soruyu bekliyordum. Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun; Her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar zaman ayirin."

27 Ekim 2014 Pazartesi

Artık Okullu Olduk

Amerika'da okul öncesi eğitim bizimkinden biraz farklı. Hem Türkiye'de hem Amerika'da çocuğunu anaokuluna göndermiş bir anne olarak bazı farklılıkları birazdan  paylaşacağım.

Ama öncelikle Amerika'daki temel eğitim kurallarından başlayalım.

0-3 yaş çocuğuna Daycare,

3-4 yaş preschoola gidenlere preschooler,

5 yaş kindergartene gidenlere kindergartner,

6 yaş ve sonrası elementary school deniliyor.

Bebeklere bakılan yerler (daycareler) genellikle özeldir, devlet okulları preschooldan başlar.

Biz oğlumu preschool yaşında Türkiye'de olduğumuzdan burada eğitime kindergartendan başladık. 

İlk hafta play ground denilen bir organizasyonla Ağustos itibarıyla başladı. Okulun oyun bahçesinde çocuklar toplanıp oyun oynadılar. Göz ucuyla birbirlerine, koca okul binasına bakıp göz ısıntısı kazandılar.

Sonraki hafta (Eylül'ün ilk haftası) bir gün öğretmenle randevusu vardı. Bir saat öğretmenle tanışıldı. Öğretmen temel ingilizce bilgileri sordu (sayıları, alfabeyi, renkleri, atla-zıpla gibi komutları) Oğlum babasının yardımıyla da olsa anlayıp cevap verdi. 

Ve bana göre en önemli aşama olan öğretmene ısınma, öğretmeni sevme aşaması iyi bir şekilde geçildi. 

Bence bu en önemlisi, çünkü bir okul ne kadar iyi, mükemmel, sosyal donatıları ne kadar cazip olursa olsun bir çocuk için hepsinden önce öğretmenini sevmek gelir. 

Ve oğlum da öğretmenini sevdi. Öğretmeni de, İngilizce'yi konuşamasa da anladığına kanaat getirdi. 

Ertesi gün open house denilen öğrencilerin buluşması, sınıflarını tanıma günü vardı.

Sınıflar büyükçe kare odalar şeklinde, WC'si içinde, bir köşede kütüphanesi, bir köşede kostüm dolabı, yapbozları, legoları, el işi kağıtları, boyaları, makasları, kalemleri ile klasik bir ana okulu sınıfı. 

Bu günlerde babası yanında olduğu için ağlamadan, sorun çıkarmadan günü tamamlıyordu oğlum. 

Asıl zurnanın zırt dediği gün, oğlumun tek başına gitmek zorunda kaldığı gün. Tanışma faslı daha önceki haftalarda bittiğinden artık babasını okul içine almadılar. 

Kapıdan görevliye teslim edip, ayrılıyorsun çocuktan. Bizim okullarımız gibi sınıfa kadar götürüp, sınıf içerisinde veya kapısında bekleyemiyorsun. Dış kapıdan görevliye teslim edip ayrılıyorsun çocuktan. Ta ki okuldan çıkana kadar göremiyorsun bir daha. 

Çocukların çantalarına, çanta şekinde kesilmiş üzerinde adı, soyadı, sınıfı, öğretmeni ve numarası yazılı kağıtlar bağlanıyor. Bütün sene o kağıtlar çantalarda asılı kalıyor. 

Numaralar ayrı bir önem taşıyor. Numaraları büyük A4 kağıdı şeklinde parlak renkli kartonlara yazıyorlar.Arabanın önünde o kartonlar olmadan çocuğunuzu okuldan alamıyorsunuz.

Velilerin okula girip sınıfta çocuğunu bırakmasının yanı sıra arabadan inmesi bile yasak.

Baştan anlatacak olursak çocuğunuzu bırakmaya gittiğiniz de kapıda sizi bir görevli karşılıyor. Siz arabadan inmiyorsunuz. Kapıya arabayı yanaştırıp, çocuğu indiriyorsunuz, görevli çocuğunuzu alıp öğretmenlerin öğrencilerini beklediği salona götürüyor. Öğretmen, bütün öğrencileri toplanınca onları alıp sınıfa çıkarıyor.

Çıkışta da bizim okul önlerimizdeki gibi annelerin beklediği "bizim öğretmen şu kadar ödev verdi, şu sınıf şöyle temizmiş, bu sınıf böyleymiş diye muhabbet edebildiği kapı önü sistemi yok. 

Arabalar kapının önünden itibaren tek sıra şeklinde bekliyor. Arabaların ön camına çocuğun numarası yazılı kartonlar koyuluyor. Bir görevli elinde  telsizle bekleme salonuna numaraları anons yapıyor. Bekleme salonunda numarasını duyan çocuk "me me" (benim benim) diyerek öne çıkıyor.

Başka bir görevli çocukların ellerinden tutup arabaya kadar getiriyor. Arabaya ulaşana kadar, elini bırakmıyor çocuğun arabaya binmesine yardımcı olup, diğer çocuğu almaya yöneliyor içeriye. Veliler arabadan inmeden çocuğunu alıp, devam ediyor yoluna.


Okulun etrafında yürüme mesafesinde yerleşim yeri yok. Öğrenciler ya pick up (velisinin arabası) ile yada school busla taşınıyor. Burada büyük çoğunlukla taşımalı sistem var okullarda.

Öğretmenlerle iletişim e-mail yolu ile sağlanıyor. Okulda olan olağan dışı durumlar da telefonla arıyorlar. Genel durum değerlendirmeleri hafta sonu eve gelen kağıtlarla bildiriliyor.

Haftanın son günü eve kağıtlar geliyor. Çocukların durumu renklerle ifade ediliyor.Yeşil renk güzel geçmiş haftayı, sarı renk birkaç hatayı, mavi renk hatada artışı, kırmızı ise sorun yaşanmış haftayı  temsil ediyor.

Biz daha çok yeniyiz, iki aylık bir okul serüvenimiz var.

Bakalım ilerleyen günler neye gebe...

Yaşayıp göreceğiz...







18 Ekim 2014 Cumartesi

Renklerin Cümbüşü

Sonbahar; adı sonu çağrıştırsa da, bana senenin başı gibi gelir. 

Sonbahar rehavetin, düzensizliğin sonu, derli toplu düzenli hayatın başı gibidir. 

Tatilin bittiği, okulların açıldığı, düzenin başladığı mevsimdir, sonbahar...

İnsana dinamizm katar. Yazın sıcağından, bunaltısından, rehavetinden kurtarır insanı...

Hayata sarılma, yağan yağmurlarla, uçuşan yapraklarla yeni seneye, yeni sezona giriş mevsimidir sonbahar...

Belki, o mevsimde doğduğumdandır bu denli sevişim sonbaharı. Hep severim bu mevsimi. 

Okula giderken, bir sınıf büyüdüğüm yeni defterler ve kitaplar aldığım, aldıklarımı kaplıklarla kaplayıp, çantama yerleştirdiğim mevsimdi. 

Sonrasında, yeni öğrencilerimle tanıştığım, yeni öğretim yılına başladığım mevsim oldu sonbahar...

Şimdi ise, fark etmediğim bir yanını fark ettim bu mevsimin:Renklerini. 

Oysa ne çok rengi varmış bu mevsimin. 

Sarının, kırmızının, yeşilin, kahve renginin her tonu gizliymiş bu mevsimde. 

Türkiye'de koşturmaktan, çalışmaktan fark edememişim bu renkleri...

Amerika'da sakin ve dingin hayatın içinde fark ettim bu renklerini sonbaharın. 

Sonbahar geldiğinde, ağaçta duranı, yere döküleni, sararanı, kızaranı ile tam bir cümbüş. 

Esen rüzgarla oradan oraya savruluşu, yağan yağmurla ıslanışı, bak bak doyulmuyor.

Al eline kahveni, aç camı diyor gönül. Seyret seyredebildiğin kadar. Yaz gönlünden geçenleri dök kağıda...

Ve bir ses...

Kızımın ağlama sesi, geliveriyorsun kendine. Bırak kahveyi, kağıdı bir yana, kapa camı üşüteceksin çocuğu, saat kaç olmuş, eyvah oğlum, eşim okuldan gelecek yemek yok daha...

İşte bunların hepsi, hoş geldin deyiveriyor gerçek dünyaya...

Sonra olsun diyorsun içinden, olsun 15-20 dakika da olsa farkına vardım ya sonbaharın, içime çektim ya yağan yağmurla ıslanan toprağın, yaprağım kokusunu...

Ben yaşadım ya, yaşayamayanlar, koştura koştura geçerken vakit, bunun farkına varamayanlar düşünsün...

Sonbaharı göremeyenler, sevemeyenler, hissedemeyenler düşünsün... 




8 Ekim 2014 Çarşamba

En Değerli Besin...

Bebek beklediğimiz günlerin sonuna yaklaştığımızda, gittiğimiz her doktor kontrolünde yegane sorulardan biri bebeği nasıl besleyeceğimiz üzerineydi.

Anne sütü mü yoksa mama ile mi besleyeceğimiz sürekli soruluyordu.

Aile doktorumuz, hemşireler, doğum için gittiğimiz hastanedeki doktorlarımız, beslenme uzmanı hep aynı soru.

Anne sütü vereceğimi söylediğimde önce rahat bir nefes alıp gülümsüyorlar, sanırım "oh iyiyim, anne sütü için ikna etmek zorunda kalmayacağım" diye düşünüyorlar.

Sonrasında bana kutsal varlık muamelesi yapıyorlardı. Hele ki oğluma iki yaşına kadar anne sütü verdiğimi duyanların gözünde kutsallığım artıyor, artıyordu. Anne sütünün faydalarını anlatıp anlatıp bitiremiyorlardı.

Konuya öncelikle hazırlama, ısıtma, depolama derdi olmamasından, bebeğe lazım olduğu her an hazır olmasından başlayıp,
faydaları ile genişletip,
özelliği ile devam edip,
yeterli olup olmamasının nasıl anlaşıldığı ile sona yaklaştırıp,
emzirme hataları ile sona erdirdiler, en değerli besin muhabbetini...

Defalarca dinledik eşimle beraber, sadece bir ağızdan değil üstelik bir çok ağızdan bazen saatleri bulan sürelerde.

Dinlediklerimizi özetlleyecek olursak, ilk altı ay su dahil hiç bir şey vermeden anne sütü verilmelidir. İlk günlerde "kolostrum" adlı sütün yapısı farklıdır. Bu süt bebek doğduğu andan itibaren bir hafta süre ile gelir. Bebeği enfeksiyondan koruyucu süttür. Antibiyotik görevi yapar.

Sonrasında sütün yapısı değişir, daha yoğun bir süt salgısı başlar. Zengin protein ve mineraller vardır, kemik gelişimi, beyin ve sinir sistemi için gerekli herşey anne sütünde mevcuttur.

Sütün arttırılması ve kalitesinin yükseltilmesi için gerekli olan yegane şey sudur. Su, sebze ve meyveler kaliteli süt için yeterlidir. Doğru sanılan şekerli, yüksek kalorili yiyeceklerin süt yapımını arttırdığı düşüncesi aslında yanlıştır.

Emzirme süreleri ise ilk iki ay bebek her istediğinde verilmelidir. Sonrasında yavaş yavaş bir saate, iki saate aşamalı olarak üç saate kadar uzatılabilir. İşte anlatılanların özeti.

Hastanenin bir başka özelliği de, çalışan annelerin süt sağıp bırakabilmeri için gerekli olan pompalar, buz dolabında saklamak için yedek biberonlar, yanlış emzirme neticesinde oluşabilecek yaralar için özel hazırlanmış kremler, doğup yapılan hastane tarafından hediye olarak verilmesi.

Ve başta da yazdığım gibi her şeyin uzun uzun anlatılması. Anlatılanlar; bebek bakımı, alt değiştirilmesi, banyo yaptırılması, altına sürülecek kremin miktarı, ısısını ölçmek için verilen derecenin nasıl kullanılacağı, kaç fahrenayt olması gerektiği, burnundaki sümüğün ağzındaki balgamın nasıl aspire edilip temizleneceği, hatta araba koltuğuna nasıl oturtulup bağlanacağına kadar her şey.

Hastaneden çıkıp eve ulaştığınızda rahatlıyorsunuz ama hastane ile irtibatınız devam ediyor. Ertesi gün size bir hemşire gönderip her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol ediyorlar.

Eee, artık yeter diyorsunuz, herşey için thank you da, bir rahat bırakın yahuuu. Nankörlük olmasın ama yoğun ilgiden de bunalıyor insan.

Bir de bu bizim ikinci çocuğumuz, varın ilkinde olabilecek muameleyi siz düşünün. 








6 Eylül 2014 Cumartesi

Tek Çocuk Hiç Çocuk Gibi

Çift çocuklu olmak;

Tek gözünü kullanırken, ikisini birlikte kullanmak, gözünün biriyle oğlunu biriyle kızını görmek demek,

Beyninin tek lobunu kullanırken iki lobunu birden kullanmak, 

İki kere endişelenmek, iki kere sevinmek, iki kere üzülmek demek,

"Tek çocuk hiç çocuk gibidir, hele iki tane olsun, çocuk büyüttüğünü o zaman anlarsın" diyenlere tek çocuklu iken ne kadar kızarsan şimdi o kadar hak vermek demek, 

İkisini sırayla banyo yaptırıp, giydirip, doyurup, uyuttuğunda kendini süper(wo)man gibi hissetmek demek,

Çifte kavrulmuş mutluluk demek,

Tekrar yenidoğan bebek bakımına alışırken, düne kadar küçücük olan oğlunun abiliğe alışmasını izlemek, 

Bebekle uğraşırken yeni ezberlediği şarkıyı (mevsimler dört kardeştir...) dinleyememenin kaprisini üç gün sonra çekmek,

"Kardeş kardeş dediniz, bu sadece ağlıyor, emiyor, altını kirletiyor ve uyuyor. Ben kardeş isterken böyle olacak zannetmedim ki, Peppe'nin Bebesi, Calliou'nun Rozi'si böyle değil ki, onlar oyun oynayabiliyor. Bu kardeş niye böyle" serzenişlerinin cevap vermek, ikna etmeye çalışmak demek,

Blog'a bir yazı yazarken defalarca ara vermek demek,

Oğlunun ingilizce öğrenmesinde duyduğun heyecanı, küçücük çocuk nasıl da söyledi o şarkıyı diye verdiğin tepkiyi, kızının gülümsemesinde de vermek, "aaa gülümsedi mi, bak bana güldü sanki..." diye heyecanını herkesle paylaşmak demek,

Oğlunun büyümesi ile yavaş yavaş yitirdiğin sabrının bir anda katmerlene katmerlene artması demek,

Yemeğin tam ortasında ağlama sesiyle yemeğini bırakman, uykunun en tatlı yerinde bebeğinin altını temizlemen, misafirlikte bebeğinin gazını çıkarmak için  adım adım etrafı arşınlarken bir taraftan da oyun oynayan oğlunu yaramazlık yapmaması için gözetlemen demek

Kısacası bedeninin ve zihninin yarısını kullanırken tamamını kullanman demek çift çocuklu olmak. 

En haz duyulan an ise, ikisinin de uykuya teslim olduğu an. İşte o anda kendini dünya kupasını kazanmış takım, üniversite sınavında birinci olmuş öğrenci, dünya ralli şampiyonu ya da sörf birincisi kadar başarılı ve tekten zannediyorsun. Bu eşsizlik ve başarı zannın üç, dört hatta beş çocukluları görene kadar devam ediyor. 

Onların yanında sessizce kabuğuna çekiliyorsun, ama o tek çocuklular var ya işte onları bulunca aslan kesiliyorsun aslan. Anlatacakların bitmek tükenmek bilmiyor, çift çocukla ilgili...







 



25 Temmuz 2014 Cuma

Örğü Örmek ve Ben...Yok Olmaz Öyle Şey...

Örgü örmek denilince insanın aklına gözünün önüne gelen manzara yaşlı bir teyze gözünde yakın gözlüğü önünde rengarenk yünlerle sallanan sandalyesine oturmuş torununa kazak, çocuğuna atkı ya da bir komşunun bebeğine yelek örüyor.

Arkadaşlarımdan bazıları Amerika'ya gelirken bana örgü ör vakit geçer dediklerinde tam da gözümde yukarıdaki tarifteki teyze canlanmıştı. Gülüp geçmiştim, örgü ve ben yok ya o kadar da değil dedim.

Örgü örmek, yünler, yumaklar, şişler hiç bana göre değil-değildi. 

Kara kışın ortasında geldiğimiz Amerika'da oturmaya gittiğim bir evde klasik sorular yeni gelene sorulan; iyi niyetli ama bezdirici. 

Alıştınız mı?  
Sevdiniz mi?
Çocuk nasıl, uyum sağladı mı?

Uzayıp giden sorular, sorular...

Cevaplarken ne kadar bunaldığımı, daraldığımı anlayan bir teyze, hemen ev sahibinden şiş ve yumak istedi. Bana dönüp, şimdi dünyanın en kolay örgüsünü öğreteceğim. Sıkılmana, bunalmana derman olacak dedi. 

Bense, inanmaz tavırla, başımdan savmak için, şiş kullanamıyorum ama tığ kullanmayı biliyorum dedim. 

Olsun dedi pes etmeyen teyzem bu örgü kalın uçlu tığla da olur. Şiş büyüklüğünde tığlar var. Onlardan alırız bir güzel örersin. 

Bana orada kalın tığ ile şiş örgüsünü öğretti. Ev sahibinden aldığım küçük yumak ve tığ ile üç dört gün uğraştım. Uğraştıkça, hakikaten vaktin geçtiğini fark ettim. El bezi büyüklüğünde bir şey ördüm. 

Bir başka gün arkadaşlarla otururken el bezimi gururla sergiye çıkardım. Aldığım pozitif yorumlarla hevesim iyice arttı. Bu seferde evinde bulunduğumuz hanım, başka bir yumak verdi. Ben onunla da lif örüp, "ustalık eserime" başlamaya hak kazandım. 

Kar yağışının azıcık dindiği bir akşam buralı bir arkadaşla yün ve şişlerin satıldığı dükkanda aldık soluğu.

O zaman daha cinsiyeti belli olmayan bebeğim için yeşil, krem ip aldım. Ama gönlüm üçüncü renk olarak pembeye gidiyordu. Sarı mı, eflatun mu, pembe mi derken pembe alıp, erkek olursa eflatunla değiştirmeye karar verdim. 

Elimde iplerim ve kocaman, kalın gagalı diye tarif edilen tığın büyüğü şişim ile o gece başladım örmeye. 

Otuz zincir çekilip üstünü başa gidip gelmek suretiyle otuza tamamlayıp kareler elde ediliyor. Sonra bu kareler üç rengin yan yana alt alta gelmemesine özen gösterilerek birleştiriliyor. On yedi krem, on altı yeşil, on altı pembe kareler ördüm. Toplamda oluşan 49 kare birbirine eklenince kocaman bir battaniye oldu. 

Ve ben şunu fark ettim ki, bir şeyler üretmek genci, yaşlısı herkesi mutlu ediyor. İnsan mutlu olarak oyalanacak bir şey buluyor. 

Ipadden, bilgisayardan, TV'den, telefondan ayrı geçirdiği verimli bir anın olmasından gurur duyuyor, bitip de gururuna mutluluk eklendiğinde, insan kendisini Selimiye'yi inşa eden Mimar Sinan gibi zannediyor! Ustalık eserine bakmaya doyamıyor. 

Tevekkeli değil, yaşlılar bu tadın farkında olduğundan gençlerin babaanne, anneanne uğraşmaya değmez şimdi bu atkıların, kazakların yüzlerce çeşidi var, sözlerine alaylı gülümsemeleri ile cevap vermeye tenezzül bile etmiyorlar. Kafalarını, ah geçlik ah diye diye sallayıp, devam ediyorlar bu lezzete. 

Ben de tattıktan sonra bu lezzeti, hak verdim anneannelere, babaannelere...

Boş vakti olanlara şiddetle önerilir. 








 










16 Temmuz 2014 Çarşamba

Farklı Bir Gezi

"Beklenen gün gelecekse çekilen çileler kutsaldır" sözü gereğince kutsal çileleri çekmeye devam ediyorum.(uykusuzluk,iştahsızlık,hazımsızlık,mide yanması vs. vs.).

Hamilelikte 38. haftaya girdiğimiz şu günlerde her haftaya doktor da başlıyoruz.Her pazartesi kontrole gidiyoruz.Şimdilik bir ses bir seda yok.Beklemedeyiz...

Geçtiğimiz hafta bize bir randevu daha verdiler ama bu sıradan bir muayene randevusu değildi.Bu doğum yapılacak hastaneyi gezip, görme, öğrenip,tanıma randevusu...

Aynı bir turistlik gezi gibi,hastane gezisi yaptırdılar bize...


Hastaneden içeri girince önce lobideki geniş koltuklar,bembeyaz yer granitleri,kocaman yeşil bitkiler dikkatini çekiyor insanın. Gözü güzellikleri görürken, burnu mis gibi kahve kokusunu alıyor. Kahve, insanı kendine çeken, bağımlılık yapan adeta sihirli bir içecek Amerika'da. İstenilen her yerde ulaşılıyor, yol kenarlarında, alış veriş merkezlerinde, benzincilerde, hastanelerde, kısaca canınızın kahve çektiği an neresiyse, orada. 

Kahvenin büyüsünden kurtulup yola devam ettik. Hastanenin ikinci katı olan doğum katına ulaştığımızda bir görevli yanımıza geldi. Kendini tanıtıp, hastaneyi gezdireceğini söyledi. Rehberimiz, bembeyaz saçları, masmavi gözleri, yetmiş-seksen yaşlarında bir bayandı. Şu Titanik filmindeki bayan başrol oyuncusunun yaşlanmış halini oynayan oyuncuya çok benziyordu. 

Bize her yeri teferruatı ile gezdirdi. Her sorumuzu uzun uzun açıklayarak cevapladı. 

Önce prematüre bebeklerin kaldıkları yerleri gösterdi. Storlar hafif inik, karanlık ortamda, sallanan sandalyelerde oturan annelerin kucaklarında bebekler. Günün uzun bir bölümünü böyle geçiriyorlarmış. Anneleri yanında. Tuhafıma gitti doğrusu, çünkü biz prematüre bebeğin küvezde bakıldığını ve yanına kimsenin alınmadığını biliriz hep.Gerçi bebekten bebeğe,kilosuna,akciğer gelişimine göre bu durum değişebilir sanırım...

 Devamında doğumdan sonra kalınan odaları gezdik.Bir hasta yatağı ,bir refakatçi yatağı, banyosu, tuvaleti, üç sandalyeli yuvarlak masası, gömme dolabı olan bir oda. Bazı odalarda jakuzi de varmış.Ama rezerve etmek gibi bir şansımız yok.Gittiğimiz zaman boş olup olmamasına bağlı kalıp kalamamak...Klasik hastanelerdeki gibi nevresimler, yastıklar, pikeler beyaz. Ama arzu edersek kendi nevresimimizi, yastığımızı götürebilirmişiz...
 
Oğlumun  bizimle hastanede kalma ihtimaline karşı bir yatak daha alıp alamayacağımızı sorduğumuzda sorun teşkil etmeyeceğini alabileceğimizi söyledi.Benim için çok önemli meselelerden biri de buydu.Ferahladım doğrusu...
 
Gelelim bebeğin yatağına,tahtadan altında çekmesi olan minik bir yatak..
 
Çekmecenin içinde üç tane zıbın takımı, üç tane kundak (Burada çocuk doğar doğmaz sıkıca kundaklıyormuş hemşireler) başlık, biberon, emzik, bir paket bez, ıslak  mendil,tırnak makası, burun as pire etmek için pompa, ince bir battaniye var.(Görevlinin yanın da çok ta inceleyemedim Ama oğlum sağ olsun hepsini eline alıp tek tek baktı.Hatta başlık gibi deneyebileceklerini denedi bile)...

Bunlar hastanenin yeni doğan bebeklere hediyesiymiş. Hastanede kaldığımız sürece bunları kullanacakmışız.Başka bir şey giydirmek prensiplerine aykırı. Eğer giydirmek istediğimiz başka bir kıyafet varsa hastaneden çıkarken onu giydirebilirmişiz.

Hastaneye bebek için hiç bir şey getirilmiyor, gerek yok.Tek getirilmesi mecburi olan şey ,car seat(araba koltuğu)...

Hastaneden çıkarken hemşire gelip yeni doğan bebeğe uygun car seate bebeği yerleştirip, car seatide arabaya yerleştiriyormuş.Arabaya doğru bağlandığından emin olduktan sonra çıkış izni veriliyormuş. Car seat yoksa bebeğe çıkış izni de yok(muş).Bu mevzu Amerika da çok önemli sadece yeni doğan için değil tüm çocuklar için mecburi...

Geziye devam edecek olursak bir sonraki durağımız doğumun gerçekleştiği odaydı. Burada doğumhane diye bir yer yok .Aynı doğum sonrası kalınan odalar gibi doğum odaları var.İçerisi tam teşekküllü mini bir ameliyathane gibi.Her türlü teçhizat mevcut.Doğum öncesi ve doğum anı bu odalarda gerçekleşiyor. Bu odalarda doğum gerçekleşene kadar istediğimiz kadar kişi ile bekleyebilirmişiz.
 
Burada doğumun kutsaliyeti çok yüksek ve önemli olduğu için bu odada doğumu gebe ile beraber birinci derece akrabaların bir çoğu bekliyormuş. Anne, baba, kardeşler, kayınvalide kayınpeder dostlar bu liste uzayıp gidiyormuş. Odada camın önüne yerleştirilmiş sandalyeler bunun ispatı gibiydi.

Bana ters geliyor bu kalabalık... Bence mahremiyeti olmalı doğumun.Ne öyle ya seyirlik kız kulesi mi bu? Bizim adetlerimize ters .Baba, dedeler kapıda merakla bekler.Müjdeyi veren hemşireye hediyesi verilir.Sarıp sarmalanmış mis gibi temizlenmiş bebek kucağa alınıp koklanır,sonra baba giyinmiş yatağına yatırılmış yorgun ama mutlu eşinin yanına girer.Budur bizim adetimiz geleneğimiz.(yine büyük konuştum ve yine başıma gelecek mecburen)...

Bebek doğduktan sonra ki tüm sağlık kontrolleri bu doğum odasında anne ve babanın yanında yapılıyormuş.Kontrollerin ardından doğum sonrası odaya geçiriliyor.Sonrasında herhangi bir şey için(kan almak,test yapmak,vs.)bebek odadan çıkarılırken baba yada ailenin izin verdiği biri daima yanında bulunuyor.Doğum sonrası bebeğin ayağına alarm takılıyor. Bebek herhangi bir sebeple velevki aile fertleri tarafından olsun görevlilerin izni olmadan odadan dışarı çıkarılamıyor.Çıkarıldığı an alarm çalıyor-muş...


İşte bize anlatılanların özeti ...

Gezi sonrası sevgili rehberimiz bize çıkış kapısına kadar eşlik edip iyi şanslar diledi.

Şimdi biz bize anlatılanları yaşayacağımız günü beklemekteyiz,heyecanla, korkuyla, merakla...

Hayırlısı ile hemşirenin bebeğimizi car seate yerleştirdiği anın hayalini kurmaktayız sağlıkla inşallah...

Dip Not :
Bu arada biz sigortalıyız. Bu anlatılanların hepsi sigorta kapsamı dahilinde.Hiç bir ek ücret talep edilmeyecekmiş.Jakuziyi kullansak bile:)...













11 Temmuz 2014 Cuma

Asla "Asla" Deme!!!

Amerika bana ne öğretti diye düşündüğümde bir çok şeyin yanı sıra, bana büyük konuşmamayı öğretti.

Asla "asla" dememeyi öğretti.

"Yapamam" dediğim bir çok şeyi yaptım burada. Yapmaya da devam ediyorum.

Ailemden uzak yaşayamam.

İstanbul'dan başka şehirde yapamam.

Sabahtan akşama kadar çalışmadan evde oturamam, sıkılırım.

Arkadaşlarla,dostlarla buluşmadan rahatlayamam.

Evde ekmek yapmak daha sağlıklı, şunu da koyuyorum, bunu da ekliyorum diyenlere "amann, adım başı fırın evde de ekmek mi yapılırmış, ben uğraşamam, çavdarı, tam buğdayı, kepeklisi  hangisini istersem gider alırım".

Başka ülkede doğum yapmak mı, yok asla yapamam.

Bu liste böylece uzar gider...

Hayat plan yapmaya, güne gün inceden inceye hesap yapmaya gelmiyor. Tam maçı sayılarla kazanıyorum, bak hayata karşı planlarımı tam tamına uyguluyorum dediğin anda bir sol kroşe, nakavt...

Bizim durumumuz da tam buna uydu.

Eşimin gerekli sınavdan yeterli puanı alıp, üniversiteye kabul için başvurmasının ardından, kabul aldığı halde çeşitli nedenlerle (sıranın gelmemesi gibi) gönderilemeyeceğini öğrenmesinden sonra hayatı akışına bırakmaya karar verdik. 

Olursa olacaktı, olmayacaksa zorlayıp her sene ya gidersek diye gitmek üzere kurmayacaktık planları. 

Nasılsa en az iki-üç sene daha buradayız, bari oğlumun kardeşi olsun, bu arada o da büyür, diye düşünmeye başladık. Ve hayat tam da sol kroşesini bu arada çaktı bize...

Oğluma bir kardeş geleceğini öğrendiğimiz günlerde, bizden öncekilerin çeşitli sebeplerle gitmeme kararı vermesi neticesinde sıranın bize geldiğini, Amerika'ya gidebileceğimiz öğrendik. 

Olurdu, olmazdı. Yetişirdi, yetişmezdi. Evraklardı, vizeydi derken, onlar halloldu. Bu seferde eşim yalnız gitse biz sonra mı gitsek, doğumu burada yapıp mı gitmeliyim yoksa Amerika'da mı yapmalıyım. Öyleydi, böyleydi, düşünceler, planlar, kararlar ve geldik Amerika'ya.

Aslında ben de, eşim de hayatı planlayarak yaşayanlardanız biz. 

Hani markete listesiz gitmeyen, benzin deposu yarıdan aşağı düşmeden fulleyen, bir sene önceden tatilini planlayan, hafta başından hafta sonunun programını yapan aileler vardır ya, işte biz onlardanız. (Onlardandık!)

Böyle bir aile için elinde valizlerle hiç bir şeyini bilmediği bir ülkede, yaşama atılmanın zorluğu anlatılmaz, yaşanır. 

Uçaktan indik, ev yok, araba yok, eşyamız yok...Bizi hava alanında karşılayıp evinin çatı katında misafir eden ailenin yanında tam iki ay kaldık...

Şimdi bakıyorum da, altı ay geçmiş. Şükür ki, evimiz, eşyamız, arabamız nelerin alınabileceğini bilip gittiğimiz bir market, sigorta işlemlerimizin hallolunması ile gidebildiğimiz bir hastane var.

Yeni bir yaşamı sıfırdan kurduk adeta. İşte her şeyin ilacı denilen "zaman"...

Geçiyor ve geçtikçe alıştırıyor, kabullendiriyor her şeyi insana... 























8 Temmuz 2014 Salı

Kitap Okuma Sevgisi - Öğrenilen Mi Yoksa İçten Gelen Mi?

Kitap okumak, öğrenilesi, öğretilesi bir alışkanlık mıdır? Yoksa içten gelen bir duygu, sevgi midir?

Kitaplarda, seminerlerde, konferanslarda, yazarlar, psikologlar kitap okuma alışkanlığı ile ilgili onlarca yazı yazıyor, bir çok şey konuşuyorlar. 

"Kitap Okuma Alışkanlığı Nasıl Kazandırılır?" Başlığı altında onlarca madde sıralanıyor. 

- Çocuk anne karnında çevreyi algılamaya başladığı zamandan itibaren, sesli bir şekilde kitap okumaya başlanılmalı ve bu durum çocuk doğduktan, etrafını anlamaya başladıktan sonra da devam ettirilmelidir.

-Ana okulu yaşına geldiği zaman istediği, sevdiği karakterlerin de olduğu kitapları beraber almalı ve belli saatlerde en çokta uykuya dalmadan önce okunmalıdır. 

- İlkokula gidip, okumayı öğrenen çocuğa ise, kitap okuma vakitleri ayarlayarak, (onun da bilgisi dahilinde yoksa biz ayarlayıp "bak bu senin kitap okuma vaktin" diyerek değil) istediği kitapları alıp, ona uygun kitaplardan bir kütüphane oluşturarak, kitabı el altında, göz önünde bulundurarak "kitap okumalısın" mesajı verilmelidir.   

- Seveceği, ilgi ile takip edeceği, yaşına uygun dergi abonelikleri de bu konuda işe yarayabilecek unsurlardandır. 

-Kitap okumayı ceza olarak kullanmak ise, çocukların kitaba bakış açısının negatifleşmesine sebep olabilir. Yani, cezalısın iki saat tabletle oynayabiliyorsan şimdi de bir saat kitap okuyacaksın demek gibi. Kitap okumak, ceza unsuru değildir. Çocuklara öyle algılatılmamalıdır. 

- En önemli alışkanlık kazandırma yollarından biri de, söylemek değil yapmaktır. Çocuğumuza kitap oku demek yerine, elimize kitap alıp okumamız çok daha etkili bir yöntemdir.

- Bu konuda ebeveyn kadar öğretmen de etkilidir. Sadece tatillerde kitap verip bunu okuyup özetini çıkarın demek yerine, kitap okuma yarışmaları yaparak, okul dergisine okunan kitapların özetlerini yazdırarak, kütüphanelere götürerek çocuklara önce kitapları sevdirmelidir.

Ama her şeye, tüm çabalara rağmen ben öyle iki kardeş tanıyorum ki, aynı alışkanlık kazandırma metotları uygulandığı halde biri kitap kurdu diğeri ise, kitabın başından, ortasından ve sonundan birer ikişer sayfa okuyarak koca kitabı bir hamlede bitiren...

Tüm "ağaç yaşken eğilir"lere "çocuk bu anne, babasından ne görürse onu yapar"lara rağmen bence bir de içten gelmeli, sevmeli ya hu sevmeli kitap okumayı, gerisi laf-ü güzaftır.





4 Temmuz 2014 Cuma

Amerika'da Cami

Ramazan-ı Şerifin mukaddesliğini ilk defa Türkten başkası ile paylaşıyoruz ailece.

Tuhaf, zevkli, coşkulu bir duygu...

İlk gün iftar için camiye gittiğimizde (Burada oturduğumuz evimize yakın bir cami var çok şükür. "Selimiye Camii". Bir mutfağı iki ayrı yemek salonu var.Her akşam farklı renkte, ırkta, kültürde, dilde, çeşitli insanlarla buluşup iftar açıyoruz. Tek ortak noktamız müslüman olmak) oğlum "anne Ramazan tek bizim değil mi herkesin mi?" diyerek şaşkınlığını ortaya koydu.

Cami, bizim için birlik, beraberlik, muhabbet, hal hatır sorma, gurbeti paylaşma yeri...

Çocuklarımız içinse koşturma, beraber oyun oynama, şeker, çikolata ,dondurma yeme, en ön safta namaza durup en fazla iki rekat kıldıktan sonra yerde yuvarlanıp akrobatik hareketler sergileme yeri...

Eşi Pakistanlı müslümanlardan olan Amerikalı bir bayan her akşam çocukları bir arada tutacak, eğlendirecek şeylerle geliyor iftara. Bir gün dondurma, bir başka gün şeker, diğer gün başka bir şey buluyor.

Bir şeyler almak için sıraya giren çocuklara bakmaya doyamıyor insan.

Kimi Arabistanlı, kimi Afrikalı -simsiyah sadece dişleri var siyahlığın ortasında inci gibi.

Kimi Moroccolu (Faslı), kimi Ahıska Türklerinden (Rusyadan sürgün edilmiş), kimi Hindistanlı kimi Pakistan, bazısı Ganalı bazısı başka bir Afrika ülkesinden...

Bağıra çağıra,itişe kakışa sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar.

Çocuklar koşuşturup oynarken, yediklerini önce bitirme yarışı yaparken, hanımlar bir yerde erkekler başka bir yerde yenen yemeğin ardından çöken rehavetle sofra muhabbeti yaparken, "cami"nin ne demek olduğunu anlıyor insan...

Amerika'da cami, sadece ezan okunan, beş vakit namaz kılınan, Razaman-ı Şerifte mukabele okunup, teravih kılınan, kandilden kandile gidilen yer demek değil. 

Amerika'da cami dinini tanıyan çocuk demek.

Amerika'da cami bahçesinde basket potası ile etrafından kocaman yeşillik alanları ile çevresine bırakılan futbol, basketbol topları ile oyun sahası demek. 

Amerika'da cami bunalan, sıkılan insanın kendini rahatlattığı, gideyim elbet bir dost bulur muhabbet ederim diye çekinmeden gidebileceği yer demek.

Amerika'da cami, kara kışın altında gidip, karını küreyebileceğin, yazın sıcağında gidip, otunu biçebileceğin, çimenini kesebileceğin özel mülkün gibi yer demek. 

Amerika'da cami bahçesindeki kamelyada oturup çay içebileceğin, dostlarla konuşabileceğin ağaç altı serin mekanın demek.

Amerika'da cami Türkün, Arabın, Moroccolunun, Filistinlinin, Lübnanlının, Ahıskalının, Ganalının, Ugandalının ve sair Arap, Afrika ve diğer müslümanların dilini hiç anlamasa da ortak kelamın bir olduğu, verilen selamın karşısındakinin gözünün içine tebessümle bakılarak alındığı yüce mabet demek.

Amerika'da cami birlik, beraberlik, huzur, mutluluk, coşku, dostluk, muhabbet, sevgi, saygı gibi tüm güzel soyut kavramların birleşmesi demek.

Kısacası Amerika'da cami bütünlük demek.

Olmasaydı herkes, her şey yarım kalırdı, eksik olurdu.

Dini yaşamaya çalışanlar yalınlaşır, yalnızlaşırlardı...

Şükürler olsun ki varsın Selimiye Mosque...