30 Haziran 2014 Pazartesi

Marketlerdeki İşsiz İşçiler

Her hangi bir markete adım attığınızda kapının tam karşısında "Have a good day-iyi günler" diye biri karşılıyor sizi. Sürekli gülüyor bu birisi...

Markette sürekli birbirine yol veren "excuse me, sorry" diyen müşteriler var. Özür dilemekten alışveriş yapamıyorsun...
Başta garipsiyorsunuz. Bu insanların hiç acelesi yok mu, işi yok mu ki bu kadar rahatlar relakslar diye düşünüyorsunuz.

Tüm acele işler, telaşlı kişiler, günü yetiremeyenler, hep bir yere koşturanlar bizim ülkede mi kaldı... yani...

Ya aceleden, telaştan bizim işler daha da karışıp yavaşlıyor, buradakiler sakin relaks olunca daha hızlı oluyor ya da bu işte başka bir iş var.

Kasaya gidip sıra size geldiğinde bir üründe problem var. Mesela fiyatı reyonda az yazarken kasada çok çıktı ya da yanlış bir ürünü almışsanız, önce uzun uzun izah ediyor sonra o ürünü değiştirmeye gidiyor veya birini gönderiyor. Her şeyleri iyi de biraz yavaş hareket ediyorlar.

Sizse beklerken sıkılmaya başlıyorsunuz. Sorun sizin olunca, ancak sesinizi çıkarmadan içten içe sıkılabiliyorsunuz. Hadi sorun sizin diye siz ses çıkarmıyorsunuz da arkada market arabası dolu bir şekilde sıranın kendisine gelmesini bekleyenler niye ses çıkarmıyor ki...

"Hadi kardeşim biraz çabuk yaa", "Herkesin işi gücü var, sizi mi bekleyeceğiz", "Kasada değişim mi olur önceden baksaydın" gibi sözler söylemiyorlar. Hala anlayabilmiş değilim açıkçası.

Acaba bunların sinirleri alındı da bize mi takviye edildi...

Birde  her aldığını kasadan geçtikden sonra poşetleyen elemanlar var. Meyveleri, sebzeleri, deterjanları ayrı ayrı poşetleyip market arabasına yerleştiriyorlar. Aynı kapıda seni karşılayan eleman gibi bunlarda sürekli gülüp "have a good day" diyorlar.

Bu elemanların bir diğer görevi de, mesela kasaya geldin o zamana kadar aldığın yumurtayı kontrol etmemişsin. O sırada baktın ki kırıklar var. Bu elaman gidip sağlam kutuyla değiştirip sana getiriyor. 

Bu arada sen istersen az ilerdeki sandalyelerde oturup işleminin bitmesini bekliyorsun istersen kasada, tercih senin...

Netice ödemeni yapıp poşetlenmiş ürünlerin dolu olduğu market arabanı alıp, çıkışa yöneliyorsun. Ve yine aynı eleman pür neşe gülümseyerek "have a good day" diyor. 

Ben asıl şunu merak ediyorum. Bir markete böyle biri lazım olduğunda ilan şu mudur: Marketimizde müşterilerimizi güler yüzle "have a good day" diye karşılayacak yine güler yüzle "have a good day" diye uğurlayacak elemana ihtiyacımız var.(Maaş + prim + sgk + yol + yemek...)













26 Haziran 2014 Perşembe

Oğlumun Abi Dişi

Bebeğin dişinin çıkması geleneksel bir olaydır biz Türkler'de. 

Her ne kadar ilk diş genelde altıncı aydan hatta bazen bir yaşından sonra çıksa da ikinci aydan itibaren görülmesi de mümkündür. Hatta bazen çok az da olsa dişi ile dünyaya gelen bebekler de olabiliyor. 

Geleneklerimizde dişi çıkan bebeğin dişini ilk gören ona hediye alır. Bu genelde birinci derece akrabalar olur. En çok da geleneklere bağlı anneanne veya babaanne olur. 

Bir de "diş buğdayı" bazı yörelerde "diş hediği" de denilen bir geleneğimiz vardır. Bu çok eski bir Anadolu geleneğidir aslında.

İlk diş görüldüğünde huysuzluğu artan bebekle uğraşan anne, kendisine bir meşgale bulup, bu stresli zamanın küçük bir bölümünü konu komşu, akraba ile paylaşmış olur. 

Olay şöyle; aşurelik buğday kaynatılıp, çeşitli yemişlerle, haşlanmış nohutla, istenilen kuru meyvelerle karıştırılıp misafire ikram edilir. Hazırlanan yemekte buğday kullanılmasının nedeni, bebeğin buğday gibi düzgün, güçlü ve sağlıklı dişleri olması içindir. 

Tabi gelen misafirlerin de bebeğe çeşitli hediyeler getirmeleri bu günü taçlandırıyor. 

Bence çok güzel bir adet. Böyle Türk adetlerini tanıtmak ve yaşatmak lazım, hele ki Amerika'da...

Nasip olursa burada bir diş buğdayı günü tertip ederiz inşallah biz de...

Sonra aradan zaman geçer üç yaşına kadar 20 tane süt dişi çıkar. Aradan geçen zamanla bebeklikten çocukluğa terfi eden bebeklerin dileri bu sefer de düşmeye başlar. Beş yaşından sekiz-dokuz yaşına kadar devam eden diş sallama ve çıkarma süreci başlar. 

İlki kadar olmasa da bunda da geleneksel adetlerimiz devam eder. 

Önemli bir olay bu diş meselesi. 

Benim oğlumun ilk dişi üç-dört aylıkken çıkmıştı. Maalesef o zaman sebebini hatırlamıyorum ama diş buğdayı yapamamıştım. (Belki de gurbette olmadığımdan geleneklere bu kadar düşkün değildim.)

Dişle ilgili adetlerden birincisini yapamayınca, büyüyünce düşecek ilk dişine sakladım hevesimi. Geçen haftalarda oğlumun ön dişinin arkasında diş çıktığını fark edip, doğru Türkçe öğrenmeye azimli doktorumuzun yanına gittik. Muayeneden sonra arkadan çıkan diş sebebiyle öndekinin sallandığını, eğer müdahale ile dişi çekerse çocuğun üzerinde olumsuz etki bırakacağını, sallamasını telkin ederek dişin çıkmasını sağlamamızı söyleyerek bizi eve geri gönderdi. 

Bir iki hafta boyunca oğluma sürekli "dişini salla oğlum", "bak az kaldı, çıkacak", "arkadan abi dişin gelecek" diyerek bıktırırcasına bir taraftan ben bir taraftan babası telkinde bulunduk. 

Netice, geçtiğimiz cuma günü kahvaltıda babasının "bakayım sallanıyor mu" diye rutin kontrolünü yapmasının ardından diş elinde kaldı. 

Tamam dedim kendi kendime. Diş buğdayı yapamamıştım ama bu ilk düşen dişin önemi büyüktü. Önemini anlatmak lazım. Hemen oğlumu karşıma aldım. "Bak arkadan abi dişin çıkıyor, artık büyüdün, bu dişi yastığının altına koyacağız gece gelip melekler alacak yerine para bırakacaklar" diye ciddi ciddi anlatmaya başladım.

Önce umursamaz, sonra inanmaz gözlerle dinledi. En sonunda da "anne ya melekler görünmüyor ki, getirdikleri para nasıl gözüksün, o parayı oraya sen koyarsın, hem de diş yastığımın altından düşer" diye tepki verdi. 

Bense azimliyim. Bu önemli bir olay havasındayım. Bekle sabaha bakar görürsün gibi sözlerle tezimi savunmaya devam ettim. 

Gece dişi yastığın altına koydum. Elini yastığın altına koyarak uyuyan oğlum yere düşürdü, tam da dediği gibi. Neyse ışıkları açıp, dişi aradım buldum. Uyumaya çalışan oğlum bu durumdan hiç memnun olmadı. Bu duruma da "dişi yastığımın altında istemiyorum, başka  yerden alsın alacaksa melekler" diyerek tepkisini gösterdi. 

Bense kesin kararlıyım, o para yastığın altına koyulacak. "Tamam oğlum, dişi masaya koyalım, oradan da alabilir." diyerek ısrarımda devam ettim. Uyur uyumaz on doları yastığının altına sıkıştırdım. 

Sabah oğlum hatırlamadı bile. Ama vazgeçmek yok. Oğluma hatırlatıp odasına gönderdim. Elinde on dolarla gelen oğlum bir paraya bir de bana baktı ve netice
"anne bunu sen koydun di mi? melekler falan getirmedi"...

Bu cümleden sonra çelik gibi azmimden geriye hiç bir şey kalmadı. 

Evet, ver o parayı bana, ben koymuştum deyip aldım elinden. Oğlumsa koca adam gibi "ne kızıyosun ya, al paranı deyip geri verdi."...

Gelenekten ne anlarsın sen tablet çocuğu...





 






24 Haziran 2014 Salı

Gece Saat 3, Kapımızı Yumruklayan Biri Var!

Geçen gece 2:50 civarında uykumdan uyandım. Beni ne uyandırdı, "bu seste ne?" diye uyku sersemi algılamaya çalışırken sesin binanın yangın alarmı olduğunu anladım. 

Ha sustu susacak diye beklerken, ses daha da şiddetlendi. Eşimi kaldırdığımda "önemli bir şey yoktur. Önemli bir şey olsa ev sahibi üst katta, nasılsa bize seslenir" dedi uyumasına devam etti. 

Ta ki 10 dakika sonra oda kapısı ile aynı olan dış kapımız kırılıyormuşçasına çalınmaya başlayıncaya kadar. 

Buradaki evlerin ortak özelliklerinden biri de kapı ayrımı olmaması. Yani bizimki gibi evin içinin kapıları ile dış kapılar bir birinden farklı değil. Bizim dış kapılarımızdaki çelik kapı, şifreli kapı sistemi burada yok. Beş aydır buradayız, herhangi bir hırsızlığın olmama nedenini çözemedim. Çeşitli nedenler ortaya koysam da tam olarak cevap bulmuş değilim. Yani bahçede kilitsiz, açıkta duran oğlumun bisikletinin hala yerinde duruyor olması beni düşündürüyor açıkçası. Elbette bu durumdan gayet memnunum ama...

Neyse ben konuyu dağıttım. Geçen geceye dönecek olursak eşimin kalkıp kapıyı açması ile karşımızda tam da Amerikan filmlerdeki gibi iri kıyım diye tabir edilen saçı olmayan 1.85 boylarında elinde el feneri ile bir Amerikan polisini gördük. Önce iyi olup olmadığımızı sorup, sonra alarmın çalma sebebine fire departmanının (itfaiyenin) gelip bakacağını, ihtiyaç olursa eve girip karbonmonoksit oranını da kontrol edebileceklerini söyledi. 

Aradan bir müddet geçti (bu arada alarm hala çalmaya devam ediyordu) fire departmanı tüm ihtişamı, her yerinde yanan kırmızı ışıkları ile gelip, evimizin önüne park etti. Beş dakika içinde alarmın sesi kesildi. Bir müddet daha binada kalıp sonrasında iki polis otosu ve itfaiye arabası geldikleri gibi gittiler.

45-50 dakikalık maceranın ardından gece geri sessizliğine büründü. 

Buraya ilk geldiğimiz dönemlerde bize bunları anlatırlarken de garibime gitmişti. Açıkçası pek de inandırıcı gelmemişti. 

Buradaki evler tahtadan, duvarlar şıtrak denilen bir maddeden yapılıyormuş. Yani yangına çok elverişliymiş. Evlerin eski olması da bu durumu kolaylaştırıyormuş. Bu sebeple, evin her odasında, her binada yangın alarmları var. Kesilmeden on beş dakika çaldığı zaman polis, itfaiye ve ambulans üçlüsü kapıya yığılıyormuş. Her hangi birine haber vermeye gerek yok. Çünkü bu alarmalar polise bağlı. 

Bana anlatıldığında "vay be ne memleketmiş,her alarma koşarlarsa... vay ki vay " diye dinlemiştim. 

Geçtiğimiz gece anlatılanları bir bir yaşayarak tecrübe etmiş olduk. 


Allaha şükür önemli bir sebebi yokmuş alarmın çalmasının, sadece gevşeyen bir vida sebep olmuş bütün bu tantanaya...

22 Haziran 2014 Pazar

Ayrıştırılamayan İhtimam ve Özğürlük

Çocukların kutsallığı var bu ülkede...

Her yerde onlar için düşünülmüş parklar , oyun alanları,oyuncaklar var.Her yerden onlara özel bir şey çıkabilir.

Market çıkışların da bozuk para ile çalışan oyuncaklar, hastanelerde hatta sağlık ocaklarında, dişçilerde küçük oyun alanları kurmuşlar.Çocuklar karalayabilsin diye bir duvarı onlara tahsis eden kuruluşlar var ( mesela oğlumun türkçe öğrenebilen dişçisinin olduğu yer gibi).
Kısacası çocuklar eğlenebilsin diye bir çok şey düşünülüyor, yapılıyor.

Bir de neredeyse kanun gibi olmuş davranışlar var. Karşıdan karşıya geçerken yanında çocuk varsa yolun kenarına gelir gelmez duruyor tüm araçlar. Caddenin çok işlek olması ya da yayalara kırmızının yanması önem teşkil etmiyor.

Herkes bir çocuk gördüğünde tebessüm edip "How are you? "Nasılsın?" diyor. Kafasını okşuyor.

Ama kimse kimsenin çocuğuna hiç bir şey veremiyor. Alerji ülkenin korkulu rüyası. Alerjisi olan birine alerjisi olan şeyi vermenin cezası büyük. O sebeple kimsenin çocuğuna bir avuç ceviz yada bir tane şeker bile veremezsin. Kimin neye alerjisi olduğunu bilemezsin çünkü...

Çocukları okula yazdırırken sayfalarca form dolduruluyor.Ne yer,ne içer,ne yiyemez, günlük beslenme listesi ne, öğün aralarında atıştırmalık yer mi, süt içer mi içerse nasıl kakaolu mu meyveli mi, sade mi, alerjisi olan bir besin var mı? Sorular sorular sorular...

Bu kadar önem ve ehemmiyetin neticesi bence yüzde yüz mükemmel çocuklar değil aslında. 

Çocuklara ihtimam verilmesi çok güzel, çok önemli tabi ki. Ama verilen ihtimamla özgürlük karıştırılmamalı. Burada verdikleri önemin daha fazlası özgürlük olarak veriliyor. 

Çocuklar kutsal varlıklar hayırı bilmiyorlar. Dedikleri şeylerin bir çoğu yerine getiriliyor. Ebeveynler çocuğa bağıramıyor. Dövmekse kanunen yasak zaten. Ve bunu çocuklar da biliyor. Güzel de kullanıyorlar. 

Yaramazlık yapan, bağıran, çağıran, dediğini yaptırmaya çalışan çocuğa bak şimdi kızacağım ya da sabrım taşıyor döveceğim gibi bir cümle sonrası çocuğun cevabı net " dövemezsin 911'i ararım". Bu ilkokul seviyesindeki çocuğun tepkisi, çocuk sonraki yaşlarda artık daha da özgür. Yarım gün çalışıp para kazanma hakkında sahip tabi kendi parasını dilediği yere harcama hakkına da...

On yedi yaşında artık küçük yaşta temeli atılan özgürlüğün tamamına sahip. Bu özgürlük ona evden ayrılma, çalışma kısaca istediği hayatı sürdürme hakkını veriyor. 

Kızmamanın, bir fiske vurmamanın bedeli belki de yalnızlık. 

Dayağı tasvip ettiğimden, gelin çocuğumuzu dövelim, sürekli kızalım, bağıralım demek istediğimden değil bu söylemlerim. Ama çocuk anne babaya saygıyı bilmeli, sözünü dinlemeli onları kırmaktan, incitmekten korkmalı. 911 gibi üçüncü şahsa ihtiyaç olmamalı sevgi ve saygı arasında. 

Anne-baba ebeveyndir, saygıyı en çok hak edendir, çocuk kadar kutsaldır. Bu kutsallık öğrenilmeli ve öğretilmeli...

Yoksa sonrası 70-80 yaşında yüzlerce yalnız insan.

Evlerinde bir ses bir nefes olsun diye kedi-köpek besliyor, onların ilgisinden medet umuyorlar. 

İşte bu ayrıştırılamayan ihtimam ve özgürlüğün neticesi.

19 Haziran 2014 Perşembe

Yard Sale

Bahçede, garajda, evin önünde; istenmeyen evde yer kaplayan, aynısından iki tane olan sevmediğin birinden gelmiş ya da ihtiyacın kalmamış eşyaları ucuz fiyatla satmak demek "yard sale". 

Aklınıza gelen her şey var. 

Kimisi kullanılmış kimisinin daha kutusu bile açılmamış. 

Bebek eşyaları ve araç gereçlerinden oyuncaklara, bilgisayarlara, koltuklara, yataklara, bisikletlere, giyilmiş ya da giyilmemiş kıyafetlere kadar daha bir çok şey var bu yard salelerde. 

Kimse eşya saklamıyor bir mevsimden diğerine. Çocuğunun bir daha ki seneye küçük gelecek, giyemeyeceği ayakkabısından montuna, oynamadığı legolardan trenlere kadar her şeyi çıkarıyorlar ellerinden. 

Tabiri caizse bahar temizliği yapıyor, evi ferahlatıyorlar. 

Bebek yataklarını, yürüteçleri, salıncakları, araba koltuklarını bir sonraki çocuğuna, olmadı yeğenine hiç olmazsa arkadaşının, komşunun çocuğuna veririm diye saklamıyorlar. 

Otuz kırk dolara aldığı şeyi, işi bitince on dolara çıkarıyor elden. 

Baştan bana çok ters geldi. Buradaki herkes bir çok şeyi alacağım zaman "dur şimdi alma yard saleden alırsın" diyorlardı. Bense "niye birilerinin ikinci elini alacam, bütçeme göre alırım ama ilk benim olur" diyordum. 

Taki, geçtiğimiz hafta sonu iki, üç tane yard sale gezene kadar. İlk gittiğimiz yerde her şey çok eski kullanılmış geldi. Elimi hiç bir şeye sürmeden uzaktan uzağa baktım öylece. İçimden "çok haklıymışım, kimsenin eşyası kullanılmaz" diye düşünmeye devam ediyordum. 

İkinci gittiğimiz yerde biraz daha çekingenliğimi atmış, yakından bakmaya başlamıştım. Ve hakikaten, daha kutuları açılmamış bazı şeyleri de sattıklarını gördüm. 

Mesela, bebek biberonları vardı. Hiç birinin paketi açılmamış. Daha bebek doğmadan onlarca hediye gelmiş. Anne de bebeğine kullanabildiklerini kullanmış, bebek büyüyüp biberonla vedalaşınca da geriye kalan paketleri satmaya karar vermiş. On dolar olan üçlü biberon setlerini iki dolara satıyor. 


Benim yard sale hakkındaki düşüncem yavaş yavaş iyiye doğru yol alırken üçüncü yere gittik. 

Oğlumun sürekli istediği her oyuncak almaya gittiğimiz takıp oyuncakçıda dolaştığı maskelerden birini kutusu içinde jelatini ile görünce, hele ki oyuncakçıda on beş dolar olup yard salede bir dolar olunca tamam dedim tuttum bu yard sale işini...

Maskenin hikayesi de evin beş yaşındaki oğluna doğum gününde aynı maskeden bir kaç tane hediye gelince birini alıp diğerlerini elden çıkarmaya karar vermişler. 

Her ürün, her eşya tabi ki de alınmaz. Bu fikrim sabit. Ama, kutusu açılmamış ihtiyacın olan bir şey ya da lastik şişirme pompası gibi başkası kullansa da senin kullanmanda sorun teşkil etmeyecek şey alınabilir bence. Hele ki bizim gibi belirli süreliğine gelenler için...

Çok az bir ücretle satıyorlar, uğraşmaya değmez gibi görünüyor. Ama onlarca eşya damlaya damlaya göl oluyor. İki dolar, beş dolar, on dolar derken günün sonunda 200-300 doları buluyor. Evdeki işe yaramayan eşyalar. 

Peki bu yard salelerden nasıl mı haberdar olunuyor. Bazı web sitelerinde verilen ilanların yanı sıra değişik bir sistem daha kullanılıyor. O da, fosforlu renkli kartonlara "YARD SALE" yazıp, altına adresi, tarihi ve saati yazıyorlar. Bu kartonları trafik ışıklarına, direklere asıyorlar ve ne tarafta ise ok işareti ile gösteriyorlar. 

Yard sale bittiğinde astıkları kartonları tek tek topluyorlar.

Amerika'dan dönerken bir yard sale de ben yaparım belki... 

Belli mi olur...   

 


 


 



17 Haziran 2014 Salı

Simit, Kaşar Payniri, Çay Üçlüsü Özlemimsiniz

Özlemek; yedi harfli üç heceli bir kelime olmaktan çıkıyor Amerika'da. 

O kelime bir sürü mana ifade ediyor. 

Anneyi, babayı, kardeşi özlemek akrabaları, alışkanlıkları özlemek sevdiğin şeyleri, yemekleri hatta kızdıklarını, sevmediklerini bile özlemek diye onlarca manayı barındırıyor. O tek kelime. 

Somuttan soyuta onlarca özlem, Türkiye'de özleyeceğim hiç aklıma gelmeyen bu da özlenir mi dediğim bir sürü şeyden biri "simit, kaşar peyniri, çay" (biri dedim üç şey saydım ama ben onları bir bütün olarak görüyor ve özlüyorum.)

Buraya geleli üç ay olmuştu. Artık ev bulup yerleşince hallolunan büyük sorunun ardından aklıma düştü bu üçlü. Eşime söylediğimde hemen "google"dan yardım alalım dedi. Açtık simit tarifini malzemeler; un, maya vs. Hepsi evde var. Malum ekmek de evde yapılıyor ya... Ama üzeri için lazım olan olmazsa olmaz iki malzeme susam ve pekmez yok. Ve soru bunları nerede bulabiliriz.

Önce Türk bakkala... Ve oley malzemenin biri tamam pekmez bulundu. Ama susam kalmamış maalesef...

Bir anda Türkiye'de bavulları hazırlarken "ne gerek var anne, o da kalsın boş ver" diye bıraktığım susam burnumda tüttü. 

İşte özlemden bir başka parça susamı özlemek...

Buradaki Türk dostlardan birini aradım, susamı nereden bulabileceğimizi sordum. Yakında bir Amerikan marketinde olduğunu ama bizim susamlar gibi koyu renk yerine sarı renk olduğunu (yani kavrulmamış) tavada biraz kavurup sonra kullanmam gerektiğini söyledi. 

Tüm tarifleri ölçülü ve dakikalı olan ben, kaç dakika kavuracağımı sormadım. Daha doğrusu soramadım galiba. Beş ay sonra şimdi ise gayet rahat sorabilirim. 

Zaman işte...

Susamı da edindik nihayet ve eşimle beraber başladık bu işe... İş kutsal, heyecan dorukta, buradaki ilk pizzamızı da aynı duygularla yapmıştık. Hamuru yoğurduk, itinayla hamurdan çubuklar yaptık. Sonra iki tanesini burgu yaparak birleştirdik. Önce pekmezli su sonra susam sonra tepsi ve fırın. Yarım saat heyecanlı bekleyiş.

Netice mayadan kaynaklı çok kabarmış, fazla pekmezden dolayı hafif tatlı ve en önemlisi susama ait kavrulmakla daha da artmış koku ile değişik bir simit oldu bizimki...

Yedik mi? Yedik. 

Özlemi dindirdi mi? derseniz maalesef arttırdı. 

Ve karar: Ülkeme döndüğümde simit+kaşar peyniri+çay üçlüsüne daha bir hürmetkar davranacağım. 

Acele ile yenilen açlık bastıran, mide yatıştıran yiyecek gözü ile bakmayacağım onlara. 






 

15 Haziran 2014 Pazar

Dişçi Türkçe Öğreniyor

Rutin bir diş muayenesine gittik. Oğlumda biraz merak biraz heyecan ve olmazsa olmaz korku. 

Diş kontrolü yapılan yer ilk bakışta anaokulu zannedilecek gibi dizayn edilmiş. Çocuklar için her biri ayrı renkte küçük masa ve sandalyeler. Masaların üzerinde çeşitli oyuncaklar, legolar, yerde seksek oynanan minik halılar. Her çocuğa bir boyama kağıdı veriyorlar. Masadaki boyalarla boyama yapıyor çocuklar. Büyük televizyon ekranında sevdikleri animasyon filmler...

Bekleme salonunda vaktin nasıl geçtiğini anlayamıyorlar. Ve bu arada korku da hafifliyor. 

Sıramız gelince bir hemşire bizi çağırıyor. Muayene edilecek yere kadar eşlik ediyor. Bilgilerimizi alıp kontrol yapıyor. Hangi işlemler uygulanacaksa bizi teferruatlı bilgi verip doktora hazırlıyor. Böylelikle doktor geldiğinde işlemlerin bir çoğu hallolmuş oluyor. 

Oğlumla beni yanyana oturttular. İkimizin de başında birer dişçi. Denilenleri tercüme için eşim tam ortada. Benimse gözüm kulağım dişçi yerine ilk defa dişçi koltuğuna oturan oğlumda. Dişçi koltuğu bir kabustur zaten. Hele ki, dilini bilmediğiniz bir dişçi ile kabusun boyutunu siz düşünün. 

 Ben bir taraftan dişçinin anlattıklarını tercüme eden eşimi dinleyip, bir taraftan oğlumun ilk diş muayenesini vidyoya almaya çalışıyorum. Ve zaten gergin olan oğlumdan azarı yiyorum. "Anne kapasana yaa burası vidyo çekme yeri mi? Bak telefon no yazıyor. Kızacaklar şimdi sana" Gösterdiği yere baktığımda gerçekten telefonunun yasak olduğunu görüp sessizce telefonumu kapatıyorum. 

Uzun uzun anlattıklarına göre bize diş temizliği yapacaklarmış. Önce oğlumu filme götürüp dişlerinin filmini çektiler. Sonra bize kocaman önlükler taktılar. Üstümüzdeki parlak ışıktan gözlerimizin etkilenmemesi için güneş gözlükleri verdiler. 

Elektronik diş fırçasına benzeyen aletlerle dişlerimizi temizlemeye başladılar. Bu arada open-aç, close-kapa diye direktif veriyorlardı. Tam da bu aşamada ne düşündü ise oğlumun meşhur inadı baş gösterdi. Open'ın açmak, close'un kapatmak olduğunu bilmesine rağmen dişçi open dediğinde babasına bakıyor, babası aç oğlum demeden ağzını açmıyor. Close dediğinde yine babasına dönüp bakıyor. 

Bu işlem defalarca tekrarlandı. Ve her defada babasına bakmaya devam etti. Artık mahcup olmaya başlıyorduk. Dişçi iki kelimeyi bile öğrenemiyor bu çocukla işimiz var diye düşünmeye başlayacak zannederken eşime dönüp tebessümle open ve close'un Türkçe'sini sordu (sanırım işin içindeki inadı sezdi)

Eşim aç ve kapa diye söyleyince bundan sonraki işlemlerde bir daha open close demedi. 

Dişlerin temizlik işlemi bittiğinde uzman doktor gelip kontrol etti. Bir sorunumuz olup olmadığını sordu. Olmadığını söyleyince oğluma bir beşlik çakıp gitti. 

Dişçiden çıkarken oğlumun dişçi için yorumu " Aferin dişçiye, Türkçe öğrenebildi değil mi?" oldu. 


 








 

14 Haziran 2014 Cumartesi

Akvaryuma Gidiş 2 (Her Kattan Görülen Penguenler)

Kötü başlangıcın ardından sakinleşmek için tabi en çokta eşimin sakinleşmesi için akvaryumun yolunu tuttuk.
Kapıda biletlerimizi alan görevli elimize balina resmi şeklinde bir damga vurdu. Sabahtan akşama kadar istediğimiz vakitte tekrar girebilirmişiz. Hatta ertesi gün bile. Çünkü o damga iki gün sonra ancak çıktı. Yani biraz gez, sıkılınca çık etrafı dolaş yemek ye sonra tekrar gel gez. İlginç ama güzel bir sistem...,
Kapıdan girince yuvarlak kocaman bir boşluk. Boşluktan aşağı bakınca birbirinden sevimli penguenlerle dolu. Suların içinde kayaların üzerinde onlarca penguen.
Akvaryum dört kattan oluşuyor. Dört katın hepsinden aşağı bakıldığında bu penguenler görünüyor. Döne döne çıkılıyor en üst kata kadar...
Her biri ayrı bir temadan oluşmuş katların...
En alt katta deniz canlıları var camların ardında. Süngerler, deniz anaları, deniz atı, çeşitli renk ve boyda yosunlar, onlarca deniz canlısı var. Her biri ile alakalı bolca açıklamalar. 

Tabi bu açıklamaların oğlumun ilgisini çektiğini söyleyemeyeceğim. O, balık görmeye gelmişti hem de köpek balığı. "Ben balık görmeye geldim, hem de köpek balığı otları değil." diyerek ifade etti duygularını. 

Eşimin "bak oğlum şu kadar yıl yaşıyorlarmış, taa şu okyanustan getirilmişler" gibi bilimsel açıklamaları hiç bir şey ifade etmedi. Oğlum yürüdü gitti, biz de peşine. 

Bir üst katta çok küçük balıkların bulunduğu akvaryumlar vardı. Onlarca, yüzlerce -sürü halinde yaşayan- balıklar gördük. Milimlik boyları olan renk renk balıklar vardı. Her biri bir başka akvaryumda, onlarca akvaryum yan yana. 

Ama hala oğlumun istediklerini görememiştik. Taki üçüncü kata kadar. Üçüncü katta deniz kaplumbağası, kılıç balığı ve adını sanını bilmediğimiz kocaman balıklar tek bir akvaryum içinde saygı, sevgi ve muhabbet içerisinde yüzüyorlardı:). Bu durum oğlumun ilgisini çekti ve tepkisi "Anne bunlar birbirini yemiyor mu? oldu. Dakikalarca kaldık bu katta. Bıraksak, dakikalar saatlere dönüşecek, o dev akvaryumdaki balıkları seyredecekti. 

Zor bir ikna aşamasından sonra son kata çıktığımızda bir sürprizle karşılaştık. Üçüncü kattaki akvaryumun içi yukarıdan görünüyordu. Bu dev akvaryumun içine baktığımızda alt katta camın içinde gördüğümüz balıkları şimdi su yüzeyinde görüyorduk. 

O kadar katı, enerjisi yüksek bir çocukla gezdikten sonra dinlenmek için yer ararken kendimizi fokların gösteri merkezinde bulduk. Eğitmenler eşliğinde nefis bir gösteri seyretmiş hem de oturup dinlenmiştik. Bu dinlenme bize çölde su gibi geldi. Gösteri bittiğinde bayağı enerji toplamıştık. 

Bu enerji ile gemilerin okyanusta yüzüşünü, uçakların okyanus üzerinde alçalıp hava alanına inişini seyredebildik. 

Ve nihayet kulaklarımızda pinguların (Penguene oğlum öyle diyor) sesi ile eve döndük...

http://www.neaq.org/animals_and_exhibits/index.php

 




















13 Haziran 2014 Cuma

Akvaryuma Gidiş - "Anne çok sıkıştım" bedeli:55 Dolar.

Hayvan görme merakımız bizi yine yollara düşürdü. Boston'daki akvaryumdu bu seferki hedefimiz...

Şehrin bilmediğimiz caddelerinde akvaryumu kolay bulmamıza rağmen   dolaşmaya devam ediyorduk park yeri için. 

En sonunda akvaryuma yürüme mesafesin de bir otopark bulduk, daracık karanlık ama olsun. O sıcakta o kadar cadde dolaştıktan sonra bize çok şirin sempatik geldi doğrusu. Ta ki, içeri girip ücret panosunu görünceye kadar; saati 40 dolar. Geleli aylar olsa da bir Türk vatandaşı olarak dolar hemen TL'ye çevriliyor zihinde ve ediyor ortalama 80 TL... Hemen o sempatik yer yine karanlık ucube bir yere dönüştü gözümüzde. Oradan aynen çıktık. Allahtan girdi-çıktı ücreti talep etmediler. Sonrasında caddelerde, sokaklarda park yeri aramaya devam...

Tam bu sıra da oğlumun sesi "anne ben çok sıkıştım tuvaletim var." Ben en ikna edici ses tonumla "tamam oğlum biraz sabret, bak az kaldı şimdi akvaryuma gireceğiz orada tuvalet vardır... Bir on dakika daha yer arama seansı ve arkadan tekrar bir ses "ama ben çok sıkıştım sabır mabır edemem!". Artık baktık olacak gibi değil, bir cafenin önünde durduk. Eşim oğlumu götürdü, ben de nefes almak için arabadan indim. O sırada gözümün içine baka baka yaklaşan bir hanım cebinden turuncu bir zarf çıkardı. Eyvah dedim içimden, gelme bizim arabaya yaklaşma diye çığlıklar atıyordum içimden. (Öncekilerin tecrübelerinden, turuncu zarfın ne demek olduğunu öğrenmiştim-ticket) Geldi ve tam karşımda durdu. Ben en sevimli halim ve eşsiz ingilizcemle!!! "please, five minutes my husband in the cafe" (lütfen beş dakika, eşim kafede) gibi  bi şeyler gevelesem de beni hiç kale almayıp cezayı yazdı ve küt diye cama iliştirdi. Tam o sırada sıkışıklığı giderilmiş oğul ve bunu sağlayan kahraman baba kapıda gözüktüler. Ama artık çok geçti. Ceza hoyrat ellerden kopmuş masum camımıza ilişmişti bile. Eşim biraz ileride başka canları yakmakla meşgul olan hanımı görünce durdu ve çocuğun tuvaleti geldiği için durakladığını aslında park etmediğini, beş dakikada çıktığımızı, ne kadar anlatmaya çalışsa da hiç bir şey ifade etmedi. Muhabbetin biraz uzadığına kanaat getiren cezacı hanım "devam edin yoksa bir ceza daha yazarım" tehdidiyle karışık uyarısını yapınca yola devam etmek zorunda kaldık.

Turuncu zarfı açma yürekliliğini eşim gösterip 55 dolar ceza ile ilk o muhatap oldu...

o anki yüz ifadesi tarif edilmez, yaşanır... (Aslında yaşanmaz da...) Park ettiğimiz yerdeki levha ikinci bir darbe oldu. 15 dakika sonra park ettiğimiz yerdeki park yasağı kalkıyormuş... Free (ücretsiz) oluyormuş... Veeee son darbe biraz daha dolaştıktan sonra akvaryumun arka sokağında 2,5 dolara 2 saatlik park yeri bulduk. Yolun kenarında parkmetre denilen aletler var. Çocuklar için alışveriş merkezinde bozuk para ile çalışan top, şeker veren makinalara benziyor. Çeyreklik denilen 25 centle çalışıyor. 12 dakikası 25 cent, 2 saati 2,5 dolar.

İşte bol darbeli bir gezi günün başlangıcı...

Devamı bir sonra ki yazı da...

11 Haziran 2014 Çarşamba

School Bus'ın Kelebek Kanatları

School Bus'lar (Okul Otobüsleri) trafikteki araçların önemli bir kısmını kaplıyor. Bu otobüsler bizim seksenlerden kalma şehirler arası otobüslerimize benziyor. Hepsinin rengi sarı...

Anaokulu, ilkokul ve orta okul öğrencileri bunlarla taşınıyor. Bu okul otobüsleri ücretsiz. Herhangi bir servis ücreti ödemiyor aileler. Tek şart okulun devlete ait olması. Bir okulun önünde onlarca otobüs bekliyor, biri geliyor biri gidiyor. 

Öğrenciler bu her şeyi aynı otobüsleri nasıl tanıyıp karıştırmıyorlar. Okul bahçesinde bekledikleri yer mi sabit, ya da plakayı mı ezberliyorlar tam olarak bilemiyorum. 

Oğluma göre ise onlar Caillou'nun otobüsleri. Her gördüğünde "anne  yine Caillou'nun otobüsü geçti" diyor. Okul otobüslerinin çokça geçtiği cadde kenarında oturunca bu cümleyi gün içerisinde defalarca duyuyoruz. 

Oğlum hevesle Eylül'ü bekliyor. Önce babası götürecek sonra alışınca Caillou'nun otobüsü ile gidecek. O da binecek "sarı otobüse". Şimdilik planları bu yönde...

Bu otobüslerin duruş yeri ve saatleri sabit. O saatte orada bulunmak zorundasın. Kuralları katı. Eğer otobüs geldiğinde durakta yoksan, çocuğu tekrar okula götürüyor. Sabit durakların haricinde çocuğunu alamıyorsun otobüsten. Mesela tam dışarı çıktın ama yetişemedin otobüs hareket etti. Sen de peşinde, biraz ilerde kırmızı ışıkta durdu. Kapıyı açıp da çocuğunu sana vermiyor. Eğer son durak sen değilsen bir sonraki durakta; ama sen son duraksan taa okulda alabiliyorsun çocuğunu. Bunu çocuk güvenliği ile açıklıyorlar. 

Özellikle anaokulu ve ilkokul çocuklarını taşıyan otobüsleri duraklarda bekleyen gönüllüler var. Bazen bir bazen iki kişi. Karda, yağmurda ve güneşte onlar hep orada. Ellerinde "stop" yazan ışıklı levhalar taşıyorlar. Çocukların otobüsten rahatça inmeleri için yardımcı oluyorlar. 

Bu otobüsler durduğu an yanlarında ve arkalarında "stop" yazan kırmızı ışıklar yanıyor. Yanlarından kelebek kanadı gibi kanatlar açılıyor. Ve o an trafik duruyor. Otobüsün arkasından, önünden, karşı yönde isen yanından geçemiyorsun. Herkes ve her şey durmak zorunda. Hareket etmenin cezası ağır...

Çünkü o an yol çocuklara ait. Çocuklar yoldan karşıya geçip ailelerine kavuşuncaya, otobüs stop lambalarını, kapılarını kapatıp yola devam edinceye kadar trafik kapalı. Ayaklar frende...

Trafikte sarı Caillou otobüslerinin stop kanatlarına azami dikkat. 











10 Haziran 2014 Salı

İyi ki Varsın Türk Bakkal

Yabancı ülkenin her şeyine alışmak zor. Kanunlarına, kurallarına, yollarına, trafik ışıklarına hepsi bir yana yemeklerine...

Ne yiyebileceğini, ne içebileceğini bilememek, her tadın farklı gelmesi, ekmeğin suyun bile...

Markette otuz çeşide yakın ekmek var. Hangisini almalısın, hangisi ülkendeki dirseği kıtır ekmeklerin tadına benzer. Bunu bulabilmek bile zaman gerektiriyor. Gerçi biz bir çok denemeden sonra hiç birisine alışamayıp evde kendimiz yapmaya karar verdik. İki aydır da ekmeğimizi haftalık yapıp, buzdolabına koyuyoruz. 



Türkiye'den gelirken bizden önce gelen arkadaşların tecrübelerinden yararlanıp, bavul hakkımızın birini yiyecek doldurarak kullanmıştık. Peynirler, zeytinler, helva getirdiğimiz başlıca kahvaltılıklarımızdı. Kuru gıdalarımızda (mercimek, nohut, bulgur, pirinç vs.) bizi bir süre idare etti. 

Şimdi böyle yazınca mahrumiyet bölgesine gelmişiz gibi oldu. Aslında yokluktan değil, çokluktan alamıyorduk. Ona yakın pirinç çeşidi, bir o kadar makarna çeşidi var marketlerde. Yumurtalar bile çeşit çeşit. Çiftlikte bağımsız gezen bitkisel yemle beslenen, hayvansal yemle beslenen tavuğun yumurtası, kümeste bitkisel yemle ya da hayvansal yemle beslenen tavuğun yumurtası... böyle sürüp gidiyor. 

Yumurta, süt, bal olayını tecrübelerden yararlanarak çözsek de diğer ürünlerde herkesin ağız tadı farklı olduğu için deneme yanılma yöntemi ile  bize uygununu bulmak zorundaydık. Tabi ki hazıra dağ dayanmadı, bir müddet sonra peynirler, zeytinler suyunu çekti. Bu arada oğlum sucuk, salam istiyor, eşimse et, tavuk derdinde...

Ve o büyük gün...

Bizim Türk bakkalına gidişimiz. 

Kapıdan girdik, gözlerimiz fal taşı gibi. Oğlum; anne bak burada kraker var, aaa halley de var, bak çikolatalı gofret de var. Bu "bak" lar uzadı gitti. 

Ben ise tanıdığım bildiğim peynirlerin, zeytinlerin, makarnaların başından ayrılamıyordum. Eşim çoktan et reyonuyla buluşmuştu. Hepimiz hasret kaldığımız yakınımıza kavuşma anındaydık sanki. O sırada TV'de "Seksenler"... Bir an Amerika'da değilde Türkiye'de bir bakkalda gibi hissettik hepimiz. Gözlerimiz buğulandı, kimse hissettiğini dökmedi dile... Oğlum bile...

Zamanla alıştık Türk bakkala, hele ki ev bulunca tam karşısında buradaki lükslerimizin en önemlisi oldu Türk bakkal. Her şeyi bulmak mümkün, demliğe takılan süzgeçten Türk lokumuna kadar. 

İyi varsın Türk bakkal ve iyi ki tam karşında oturuyoruz.




 








9 Haziran 2014 Pazartesi

Can Çekişene Dokunma

      Burası insan ilişkileri değişik bi ülke. 

      Sorun yokken herkes güleryüzlü sakin.Hello, Hi, Sorry, Excuse me kelimeleri havada uçuşuyor.Sorun anında sadece 911 (Polis) aranıyor. Çözebilecekleri meseleyi bile 911'e havale ediyorlar.Buradaki evlerin büyük çoğunluğu bahçeli nizam denilen tarzda Komşunla senin aranda en az iki araba park yeri kadar mesafe var.  


 


 


 


 

                                         
       Mesela komşundan rahatsız mısın sebebi önemli değil gürültü yapıyor olabilir bahçesine bakım yapmıyor yada çimlerini biçmiyor yabani otlarını temizlemiyor olabilir ve ya bambaşka bir sebeple sinir olmuş olabilirsin. Gideyim "hemşehrim çok gürültü yapıyorsun biraz sessiz ol ya da bahçeni temizle göz zevkimi bozuyorsun diye konuşayım bir orta yol bulayım ya da kızayım kavga edeyim diye bir tavır yok. Diret 911'i arıyorsun. Mevzuyu polis çözüyor. Ya sözlü uyarı ya para cezası ya da en kötüsü hapis. 

       Kızdığın herkesi her yeri şikayet etme hakkına sahipsin. Bir pizzacıya gittin. Pizzamda hayvansal hiç bir ürün istemiyorum dedin ve o pizzacı hayvansal ürün bulunan pizza ile seninkini aynı bıçakla kesti, o pizzacıyı şikayet edebilirsin.

     Ya da bir bakkalın, terzinin önünden geçerken kaydın düştün oranın temizliğinden kar buz varsa giderilmesinden dükkan sahibi sorumlu olduğu için onu da şikayet edebilirsin. 

     Bunları burayı tanıtmak adına bize anlatırlarken (doğruluğundan anlatanlar sorumlu) en ilgimi çeken şu oldu: Adamın biri trafik kaza geçirmiş ve yolda yatıyor. Çevredekiler hiç dokunmadan olduğu yerde olduğu gibi bırakıp 911'i arıyorlar. (Burada itfaiye, polisi, ambulans tek numara). Adam can çekişmeye devam ederken yoldan geçen bir doktor hipokrat yeminini hatırlayıp adama kalp masajı yapmaya başlıyor. Ambulans gelene kadar adamı hayatta tutmayı başarıyor. Fakat durumun vahametinden olacak adama baskıyı biraz fazla yapmış olacak ki, adamın kaburga kemiği kırılıyor. 

      Hastanede kendine gelen adam, kaburga kemiğini kırdığı için doktordan davacı oluyor.
 




8 Haziran 2014 Pazar

Bu Oyuncaklar Kimin?

Kara kışın ardından hiç gelmeyecekmiş gibi görünen baharın gelmesi ile kendimizi dışarılara attık. Dile kolay üç aydır kardan başka bir şey göremiyor, her ne kadar kar küreme  araçları yolları açsa da yolda kalırız endişesi ile on, on beş dakikalık mesafeden uzağa gidemiyorduk. Hayatımda hiç bu kadar kar görmemiştim. 

Çevremizdekiler buradaki hayvanat bahçelerinin, parklarının ve nehirlerinden güzelliğinden ve müzelerinin ilginçliğinden bahsedip, hadi üzülmeyin kıştan sonra bahar var, bak neler görecesiniz cümleleri ile moral veriyorlardı. 

Biz de baharın gelmesi ile önümüzdeki seçeneklerden oğlumun baskısı ve ayı görme merakı ile hayvanat bahçesini seçtik. Sabah erkenden çıktığımız yolda oğlumun ne zaman geleceğiz, geldik mi soruları ile yeterince bunaldık. Bir de üzerine o saatte dakikalarca sıra bekledik. Sırtında kocaman kamp çantası olan öğretmenlerin (bir iki saat sonra o çantalarında öğrencilerin yemeklerini ve sularını taşıdıklarını öğrendik) ana okulu öğrencilerinin peşinde bıkmadan usanmadan koşturmalarını izleyip, oğlumun bize ne zaman bize sıra gelecek ne zaman içeri gireceğiz soruları arasında  sırayı bitirip içeri girebildik. 

İçerde Amerika'nın çeşitli yerlerinden getirilmiş onlarca hayvan. Hangisini görmeye gitsek oğlum "ee bu da ayı değil, hani ayı nerede" deyip başka kafese koşturuyordu, biz de peşinde. Halimiz harap biz bitap. 

Hayvanat bahçesi çok güzel dizayn edilmiş, hayvanların doğadaki yaşam alanlarına yakın bir yer oluşturulmuş, her hayvana ait özel bilgiler verilmiş. (Mesela Meksika kurdunun kuyruğunun dik olması halinde "patron benim" demek istediğini, bacakları arasında sıkıştırmışsa "patron sensin" demek istediğini ve serbestse "hayat güzel bana ilişmeyin" demek istediğini öğrendik). 

Ama ne kadar mükemmel olabilir ki, kafeslerin arkasındaki kaplanlara, minnacık cam bölmelere sıkıştırılmış yılanlara haksızlık geldi, tutsak olmaları. Hele ki üstü tel örgülü, gökyüzünde süzülmeye hasret görkemli kartalın bir ağacın dalında melûl bakan gözleri hüzünlendirdi beni. Ama bu hüznüm eşime ve oğluma "dal sarkar, kartal kalkar, kartal kalkar, dal sarkar" tekerlemesini söyletmeye çalışmama mani olmadı


 


 


 


Ayıyı görme umuduyla kocaman bir alanı gezdik, maalesef ayının olmadığını öğrendik. Anında oğlumun gözünde büyüsünü yitirdi hayvanat bahçesi. Parka gidelim diye tutturdu. Çocuğumuzu mutlu etme operasyonunun başarısız olması ile park aramaya başladık. 

Neyse ki hayvanat bahçesinin tam karşısında kocaman ağaçların arasında kocaman bir park vardı. Sırada beraber beklediğimiz ana okulu öğrencileri de hayvanat bahçesinden çıkıp soluğu parkta aldılar. (Onlarda mı ayı görmeye gelmişti de bulamayınca kendilerini parka attılar bilemiyorum.:)). Parkta sallanan atlar, arabalar, tünel gibi kayaklar, salıncaklar ve kocaman bir kum havuzu. 

Çocuklar etrafa dağıldı, park bir anda cıvıl cıvıl çocuk sesleri ile doldu. Dili, dini, ırkı ne olursa olsun dünyanın her yerinde çocuk kahkahası aynı. Çocuklar kumdan kaleler yaptılar, kepçe ile kamyonlara kum doldurdular.

Ben, ne güzel öğretmenler geziye getirmiş, o kadar yiyecek, içecekle beraber bir de çocukların oyuncaklarını taşımışlar diye düşünürken, sürenin bittiğini söyleyen öğretmen, öğrencileri sıraya soktu ve okul otobüsüne götürdü. 

Peki ilgimi çeken ne miydi. 

O oyuncakların hepsi kum havuzunda kaldı.

Hiç biri hiç bir çocuğa ait değildi, ya da hepsi her çocuğa aitti. 

O herkese açık parkta onlarca oyuncak gelip kendisi ile oynayacak başka çocuklara bırakıldı...













6 Haziran 2014 Cuma

Vira Bismillah

       Bu blogu yazmaya karar verdim. Çünkü burdan paylaşmak istediklerim var hayata dair. Bana ilginç gelen detaylar. Aklımda uzun zamandır yazmak var aslında. Eşimin eğitimi sebebiyle ülkeden, aileden, dostlardan uzağa okyanus ötesine Amerika'ya gelince daha da olgunlaştı bu fikir. Vira bismillah deyip başladım bu gün. Yaşadıklarımı gördüklerimi siz okurlarımla paylaşmak için...

       Buraya (Boston, MA) kara kış tabirinin cuk oturduğu Ocak ayının sonlarında geldik. Her yer karla kaplı, kapkara kış günleri bitmek bilmedi önce. Saatlar gün, günler haftaya dönüştü. "Zamanla düzelir alışırsın" diyenler küfretse bu kadar kızdırabilirdi beni. Ama zamanla gerçekten alıştım burda yaşamaya. Zamanı doldurmaya. Etrafa işte bu da bir "anı", gelip geçecek gözlerle bakmaya...

       İşte başladım hayatı akışına bırakıp anıları, vay ne garip dedirten şeyleri sizlerle paylaşmaya... 

      
 (Geldiğim günlerden kareler.)